29 Ocak 2009

Başladık - devamı gelse bari


Ne zamandır diyordum, yüzmeye gidelim, en azından Pazar günleri gidelim, diye. Pazar gününe bırakmadık ve dün akşam iş dönüşü yüzmeye gittik. Aslında hevesli olan bendim ama sonradan cayasım geldi. Dedim belki su soğuktur, hasta falan olurum şimdi, ve en son kaç yıl önce yüzdüm acaba diye düşündüm.

Eskiden yaz aylarında sınıfla beden eğitimi derslerinde giderdik. Havalar güzel olunca neredeyse her hafta giderdik. Yüzmek çok yorucu olduğundan ve ben alışık olmadığımdan pek yüzmek istemezdim. Neredeyse iki haftaya bir 'adet' görürdük yüzmek istemediğimizden dolayı, öğretmen de çakmazdı zaten:-)) yuh yani dimi. Yüzmek yerine koşmayı veya voleybol oynamayı tercih ederdik. Voleybol en büyük zevklerimden biridir. Eskisi kadar beceremiyorum şimdi ama yinede saatlerce durmadan oynayabilirim.

Spor'la genel olarak çocukluğumdan beri aram yoktur, aslında istiyorum biraz spor yapayım, hantal olmayayım ama yok, olmuyor sevmiyorum, sevemiyorum bir türlü. Belki de kendimi direkt Olympiat şampiyonalarına hazırlamaya kalkıştığımdandır. Muhtemelen bu yüzdendir, evet. Sürekli zorluyorum kendimi.
Geçen sene bir yıllık abo yaptırmıştım aerobic salonunda, tam bir yıllık(!), kaç ay gitmişimdir, topu topu 4 ay. Ama bunun sebebi kesinlikle tembellik değil. Zaman darlığından. Sırtıma başka sorumluluklar binince o arka planda kaldı. Belli saatlere, programlara bağlısın ve tam o sırada başka önemli işlerin çıkıyor. Çok sinir bozucu. Keşke 6 aylık falan yaptırsaymışım. Hiç birşeyin devamını getiremiyorum en çok buna üzülüyorum. Abo'nun bitmesine bir ay ya kaldı ya kalmadı, bilmiyorum...

Neyse konumuz yüzmekti. Hayatımda ilk kez yüzmek için gittim havuza, çok iyi bir performans sergilediğimi düşünüyorum. Toplam 12 tur yüzdüm, mesafe olarak kaç metre oldu bilemiyorum. Olsun. Pazar günü bunu 20'ye çıkarırsak iyi olur.

Ben sudan çok korkarım aslında. Havuzları da pek sevmem ama kışın başka çare yok. Klor kokusu insanın tenine siniyor, bir süre çıkmıyor. Gölde hiç yüzmedim, yüzmemde. Çok tırsağımdır. Suyun içinde su haricinde başka bir şey gördüğüm anda aklım başımdan uçuveriyor. Yosunlar falan oluyor, balıklar. Çocukken nasıl giriyormuşum hayret. Hayal dünyam şimdiki geniş değilmiymiş ne? Şu yaşımda bile van gölü canavarları misali ilginç yaratıklar çıkabileceğini düşünüyorum.

Deniz'e gelince. Aslında en güzeli, en sağlıklısı denizde yüzmek. Ama dediğim gibi tırsağım biraz. Beynimde böyle filmlerdeki gibi köpek balıkları, Tarkan filmindeki gibi dev mürekkep balıkları falan canlandırdığımdan kesinlikle ayağımın yere basmadığı suya giremem. Bir de suyun dibini görmem şart. Temiz olacak. Bir iki ufak balık gördüğüm an aklım yine yerinden fırlar gider ve ben su kenarında çocuklar gibi çakıl taşlarıyla oynamaya başlarım. Bir de en korktuğum şey yüzerken kramp girmesi. Hiç başıma gelmedi ama hep aklımda olur.

Konu biraz sağdan sola soldan sağa kaydı ama farketmez. Bakalım bu yüzme maceram ne zamana kadar sürecek? İş sonrası çok iyi geldiğini de belirtmeliyim!!!

28 Ocak 2009

Hiç bir anlamı yok


Kötü hissetmenin hiç bir anlamı yok

Kalp kırmanın hiç bir anlamı yok

Olumsuz düşünmenin hiç bir anlamı yok

Somurtmanın hiç bir anlamı yok

Huzursuz olmanın hiç bir anlamı yok

Kırıcı sözlerin hiç bir anlamı yok

Umursamazlığın hiç bir anlamı yok

Tembelliğin hiç bir anlamı yok

Karamsarlığın hiç bir anlamı yok

Üzmenin hiç bir anlamı yok

Kavgaların hiç bir anlamı yok

Hep susmanın hiç bir anlamı yok

Çok konuşmanın hiç bir anlamı yok

Kıskançlığın hiç bir anlamı yok

Anlayışsızlığın hiç bir anlamı yok

Bencilliğin hiç bir anlamı yok

.....

Her şey ne kadar da anlamsız görünüyor

Say sayabildiğin kadar

Böyle anlamsız, sıradan bir hayat yaşamak kolay tabi.

Basitliğe kaçmaktan vazgeçip, bakış açısını değiştirmenin faydası varmı?

çok sevmenin GÜLÜMSEMENİN Hatırlamanın BİR MERHABANIN
tatlı sözlerin
MUTLU ETMENİN tebessümlerin SAMİMİYETİN sıcak bir sarılışın
HOŞ BİR SOHBETİN şükretmenin GÖNÜL ALMANIN çaba göstermenin
ALÇAK GÖNÜLLÜLÜĞÜN küçük bir hediyenin
GÜZEL İZLER BIRAKMANIN farkında olmanın...

...anlamları bu kadar büyükken var tabi!

“Ay ben kendimi hep iyi hissediyorum bu kadar laga lugaya ne gerek var canım” diyenler - boş verin gitsin yaw.





Deniz kabuğu: Thailand, Koh Yao Yai adasından bir hatıra

27 Ocak 2009

Aşk


Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,

Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.

Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür;

Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.



Özdemir Asaf

26 Ocak 2009

Kılçıklı SAW 5

Cumartesi akşamı canişkom'un önerisiyle SAW 5'i seyretmeye gittik. İsviçre'ye daha geçen hafta geldi düşünün artık. Burada sinemaya fazla ilgi yok. Gerçi nasıl ilgi olsun kardeşim, insanı soyup soğana çeviriyorlar. Sinemaya bir bilet 19 Frank (şu anki kurla yaklaşık 26 TL diyelim), bir içecek en dandiğinden, yani soda, yarım litrelik, en ucuzu 5 Frank (7 TL), gerisini saymiyim moralim bozuluyor. Hani torbaya abur cubur içecek doldurup gitsen yeridir. Ama hazırlıksız gittik işte. Yoksa yapmadığım şey değil.
Benim canım zaten burnumdayken bu film üstüne tuzu biberi oldu. Söylemesi ayıp balık yemiştik akşam yemeğinde (ben ki yıllarca balık yememiş ve sevmemiş biri olarak tekrar başlamaya teşebbüs ettim etmez olaydım). Ne güzel ciddi ciddi başlamıştım aslında balık yemeye ta ki o kör olası, namussuz kılçık boğazıma takılana kadar. Balık yememe sebebim zaten buydu ve bundan sonra bir süre daha yemeyeceğim heralde. Ya ben bilmiyorum yemesini (saf mıyım neyim) ya da benim boğazımda var bir bozukluk. Neyse dicem kılçıktır dursun, canı sıkıldığı vakit kendi kendine iner aşağıya ama nerdeee. Bir de genzime genzime kaçıp beni öğürtmüyor mu? Ne çıkıyor ne gidiyor şaşkoloz. Film izlerken bir kazaya kurban gider de ben yediklerimi çıkarırsam mantıklı bir açıklaması olur en azından dedim yanımdakilere, ne de olsa SAW'ı izliyoruz! Konuştukça durumum berbatlaşıyordu, zaten film başlayınca sustum, belli bir pozisyon buldum ve uyumaya çalıştım. Film 23.30 da başlayacaktı (uyku saatim derimişim).
Arada gözümün ucuyla izledim filmi yine de (o kadar para verdik dimi), böyle kan ve vahşet dolu sahneler geleceği anda kapadım gözlerimi. İnsan o kadar SAW izledikten sonra biliyor artık nerede ne gelebileceğini. Midemin kaldırmadığı tek yerler kanlı yerler zaten - bir de kılçık.
Bence diğer bölümlerinden farklı değildi (yani güzeldi). Ben bile öğrendim artık adamların oyun kurallarını uygulaması gerektiğini bu angutlar öğrenemedi hala. Her SAW serisinde olduğu gibi bunda da çarpıcı bir son vardı tabi.
Jigsaw'ı da çok seviyorum - saygı değer ve akıllı bir adamdı rahmetli. Onun uyguladığı işkenceleri hakketten uygulamak lazım. Bilhassa SAPIKLARA. İbret olur elaleme. Biraz daha yazarsam konu farklı bir boyut kazanacak.
Kılçığa ne oldu diyenleriniz varsa, mecburen söke söke çıkardım artık... çok afedersiniz.

Alo?

Dün akşam kendimce bir karar aldım ve dedim ki: yarın bütün arkadaşlarıma tek tek telefon açıcam. Onlar aramıyor. Ben ararım o zaman. Niye daha bekleyeyim ki?

Arkadaş başka birşey, hepimizin bildiği gibi güzel birşey. İnsana kendini yalnız hissettirmiyor. Kimisi üzse de kızamıyorsun. Oda bildiğinden üzmüyordur heralde. İnsan arkadaşını üzer mi? O aramıyorsa ben de aramam diyemiyorsun. Ben diyemiyorum.

Aldım cep telefonumu elime, tek tek listeyi taradım. Onca arkadaşın içinden üç beş numaraya takıldım. Bunlar benim vazgeçemediklerim, bunlar benim çocukluğum, gençliğim, en öz arkadaşlarım diye düşündüm. Ne kadar yakın olsak ta uzak kaldık, ne kadar uzak olsak ta yakınız diye geçirdim içimden. Özlüyor insan haliyle. Hepsine ulaşabileceğime emindim. Başladım numaraları çevirmeye...

Arkadaşımın kızı hastalanmış, merak ettim aradım, içime mi doğmuş ne! Dün doğum günüymüş minik hanımefendinin! Nasıl unuturum dedim, utandım biraz. Ama geç olmadan aramanın mutluluğunu yaşadım.

Diğer arkadaşlarımla da görüştüm, kendimi baya bir rahatlamış hissettim. İki kişinin telefonda bile olsa birbirinin sesini duyması ne güzel yahu. Yok mesaj mış, msn'miş, mail'miş hiç birinin yerini tutmuyor bu telefon muhabbetleri. Telefon işte, görüntüye ne gerek var, al eline daya kulağına konuş konuş konuş... elinde bir de kalem varsa önünde de bir kağıt, başlıyor konuşurken anlamsız karalamalar. Aslında bunları biriktirip koleksyon yapmak lazım. Şununla şu gün şu saat konuşurken bu şaheseri çizmişim demek için:-)

Sıra büyükanne büyükbabalarda.

Anneanneciğimin her arayışımdaki sözü hiç kulağımdan gitmez: senin torunlarında seni arasın inşallah - pek bi güvendim! (yüzümde bir tebessüm)

Babaanneme gelince, sesimi duyduğu an söylediği ilk söz: Aboh gızıma!!! (her seferinde ölürüm gülmekten)

Kurban olurum onların o "dadlı" dillerine!!!!

Dedim ya, telefon, küçük birşey gibi olsa da büyük anlamlar taşıyor. O kişiyi düşünüp hatırladığının işareti. Bir "nasılsın?" demenin ardında gizlenen başka sihir.

Bir telefon basit gibi birşey ama değil...

22 Ocak 2009

Güneş bizi terk etmemiş!


Uzuuuun zaman sonra güneş buralarda da yüzünü gösterdi nihayet.

İçim huzurla doluverdi, kendimi sokaklara atasım geldi, neşeleniverdim birden.

Her yerin parıl parıl parlaması insana nasıl da huzur veriyor. İçini ısıtıyor. Kar kış olsa da hava hep güneşli olsun istiyorum.

Yeni yıla girince, güneş te böyle göz kırpınca baharı düşündüm, yazı düşündüm...

Henüz erken ama ilk baharın gelişini düşünmek kadar güzel birşey var mı? Doğanın uyanması, çiçeklerin açması, her yeri yemyeşil bir örtünün kaplaması. Hayalini kurmak bile ne hoş.

Havanın güneşli olması bile insana ne derece hayaller kurduruyor, ne derece mutlu ediyor değilmi?

Şiirler yazıp, şarkılar söyleyesim geldi...
Not: Fotograf malesef bana ait degil

20 Ocak 2009

Bayılıyorum mora, siyaha, beyaza


Hep düğün olsa...

Ben hep gönlümce abiyeler bulsam...
Çok güzel olsalar...

Ve hep sudan ucuz olsalar keşke!

Daha yaza kaç ay vardı be? Ben bir kaç hafta önce Temmuz'da evlenecek olan kuzenimizin düğünü için deliler gibi abiye aradım internette. Maksat fikir edinmek canım. Gözüm gönlüm açılsın biraz ne olacakki.

Bunları Patent Abiye'nin sayfasında görmüştüm ve bu çok güzelmiş, aa bu da güzelmiş, e bu da çok hoş, bu harikaaa çığlıkları attık görümcelerimle. Ankara'ya bir gün yolum düşerse mutlaka uğramak istediğim bir yer oldu burası. Fiyatları merak etmiyor değilim hani.

Şimdi bunu okuyanlar sen daha bir kaç gün önce abiye almamış mıydın, ne aç gözlüsün diyenler olacak belki ama siyah olunca belki düğüne uygun olmaz diye düşündüm. Gerçi düğünlerde giymicem de nerede giyicem ayol. Sanki artistiz de galalara, kokteyllere katılıcaz... Hem simsiyah değil ki, sağ üst köşedeki gibi hafif altın renginde işlemeleri var.


















Sıcacık kış çorbası

Şimdi biz İstanbul'larda, vapurlarda, rüzgara karşı bir yandan fotoğraf diğer yandan da Boğaz'ın havasını ciğerlerimize çekelim derken şimdi akan burnumuzu çekiyoruz. Hafif soğuk algınlığı, önemli değil. Tüm çabalarımız ilerlemesini önlemek.

Sıkça uğradığım Portakalağacı'ndan kış sebzeleri çorbası tarifini buldum. Dedim tam bize göre. Benim doğaçlama, kafadan uyduruk tariflerimi bilen bilir. Bu tariften yola çıkarak bir kaç sebze daha ilave ettim çorbaya. Özellikle kırmızı biber koydum ki C vitamini açısından zengin olsun diye.

Bu malzemelerden yaklaşık 5 veya 6 tabak çorba çıktı (tabağa göre artık)

Malzemeler
  • 1 kırmızı biber
  • 2 küçük kırmızı soğan (evde hangisinden varsa artık)
  • 3 küçük patates
  • 3 lahana yaprağı
  • 2 havuç
  • 1 pırasa
  • 3 yemek kaşığı yağ (ben zeytinyağı kullandım)
  • 1 litre kaynamış su
  • 1 yemek kaşığı un
  • 1 1/2 yemek kaşığı tuz
  • 1 tatlı kaşığı acı biber salçası (tercihe göre)
Hazırlanışı
  • Öncelikle sebzeleri küçük küpler halinde doğruyoruz
  • Soğanı yağda biraz kavurup, 1 yemek kaşığı unumuzu ekleyelim (dibi tutmasın dikkat edelim)
  • Bir kaç defa karıştırdıktan sonra patates dışında bütün sebzeleri ilave edelim
  • Sebzeler hafif sotelendikten sonra (bu arada sık sık karıştırıyoruz) kaynamış suyu da ilave edelim
  • Diğer sebzeler yumuşadıktan sonra patatesleri ve tuzu ekleyelim
  • Ve en son acı veya tatlı biber salçasını ekleyelim, dediğim gibi zevk meselesi
  • Kaynamaya başladıktan sonra tüm sebzeler güzelce eriyene kadar el blenderinden geçrirelim

Nane ile servis yapıyorsunuz demiş Hatice fakat ben yine C vitamini bol olsun diye limonla servis yaptım ve tam not aldım;-)

Bir dahaki sefere içine kereviz de eklemeyi düşünüyorum.

Afiyet olsun, şifalı olsun!!!

19 Ocak 2009

Ben burda aklım İstanbul'da












Herşey çok güzeldi!

Rahat geçen bir uçak yolculuğuyla ve bavulumuzun çabucak gelmesiyle başladı herşey. Sabiha Gökçen'den saat başı Taksim'e yolcu taşıyan Havaş otobüsü de fena değildi (dönüş yolculuğu hariç). Çok yoğun sayılmayan trafik sayesinde varacağımız yere vardık.

Ay bavul olayınca gelince arkadaşlar. Fazla birşey almadım yanıma, boşu boşuna stres yapmışım. Aslında ben böyle değildim, ne oldu bana bilmiyorum. Bunalımlardaydım heralde. Neyseki geçti. İki kot, iki kazak gittim geldim. İki çift çizme - hayatımın en büyük yanlışını bile bile yaptım ve topuklu çizmelerimi götürdüm. Bile bile manyaklık yapasım geldi. Kendi kendime kaşındım ve günümü gördüm. Fakat onları yanıma almasaydım belki de uzun zamandır almak istediğim spor ayakkabıları almayacaktım:-) bahanesi oldu ama... aslında taktik değildi bu.

Uçaktan bir indik ben şok geçirdirdim. Vaaay hava ne kadar sıcaaak! Keşke ince ceketimi getirseydim diye söylenmeye başladım. İsviçre'de haftalarca eksilere alıştığımdan, 10 derece hava sıcaklığı neredeyse tropikal gibi geldi bana. Gerçi akşama doğru hafif yağmur çiseleyince ve ertesi gün biraz daha serin olunca hava, kalın ceketimden gayet memnun kaldım.

Bu defa gitmediğim yerlere gidesim geldi. Ama gidip'te uğramadan asla olmaz dediğimiz yerlere de gittik.

Bavulları otele bıraktıktan sonra soluğu ilk Eminönü'nde aldık, karnımızı doyurduk. Daha sonra balıkçıların yakaladıkları mini minik balıkların bulunduğu kovalara bakarak Galata köprüsünden yürüdük. Ben tabi mutluluktan havalarda uçuyordum... Karaköy'de söylemesi ayıp İsviçre'ye getirmek için baklava siparişimizi verdik. Sonrasında aheste aheste İstanbul sokaklarından geçerek İstiklal caddesine vardık. Dilimde "Beyoğlunda gezersin" gibi bir sürü İstanbul şarkısı... bir çok yere girip çıktıktan sonra (en önemli yer tabiki Saray Muhallebicisi) dedik hadi sinemaya gidelim. Ben aslında çok merak ettiğim "Issız adam"ı izlemek istiyordum fakat "Vali" ağır bastı.

Türkiye'de ilk defa sinemaya gitmenin mutluluğunu yaşadım ve izlediğim film İstanbul'da olmama rağmen beni bambaşka yerlere götürdü, memleketime götürdü. Sevdiğim bir çok şeyi bir arada yaşadım. Bol bol ağladım, duygulandım, öfkelendim, hasret çektim...

Sinemadan sonra D&R'a girip, daha önce de bahsettiğim eski türk filmleri arşivimi oluşturmak için ilk adımı attım. Çok mutluyummmm!

Akşama Tarabya'ya gittik. Ben önceleri (çok dertliyken, aşk acıları çekerken, çileliyken, öğrenciyken...) bolca ve severek dinlediğim Cengiz Kurtoğlu'nu dinlemeye gittik. Aşkım'ın tarzı olmasada beni kırmadığı için ayrıyeten mutlu oldum. Yemeğimizi yedik, eğlendik, Ceniz abinin gayet mütevazi biri olduğunu gördük ve otele döndük. Güzel bir akşamdı. Anılarımdan silemeyeceğim kişi ise Gizem'di. Ömrün güzel olsun, hayat sana gülsün ve inşallah yaşam sana bambaşka yollar çizer demek istedim ona.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra merak gidermek için Bağdat caddesinde dolaştık. Ben pek beğenmedim, Aşkım'da beğenmedi. Ben yazın daha güzel olabilecegini düşündüm. Bir Petshop'a girdik. Ben aslında girmek istemiyordum. Sevmiyorum petshopları. Hayvancıkların o haline dayanamıyorum. Bir de şıpsevdiliğim tutar yine diye korktum. Orada on haftalık bir Golden görünce içimin yağları eridi. Yavrum minicik kafeste kurtarın beni burdan der gibiydi. Kıpır kıpırdı. Ona dokunmak, sevmek istedim fakat yasaktı. Daha bir sürü mini mini köpekler vardı. Ve kediler. Görünce hepsini alasım geldi. Keşke kocaman bir evim olsa, ben işe gitmesem, günümü bu hayvancıklarla oymakla, onlara bakmakla geçirsem diye hayaller kurdum. Bir sürü muhabbet kuşu, papağan çeşitleri ve balıklar vardı. En dikkatimizi çekenler beyaz (tahminimce albino) yer sincapları oldu. Ne şirin şeylerdi ya.

Planımızda Mecidiyeköy'e uğramak vardı. Neresi olabilirki. Herkesin anlata anlata bitiremediği Cevahir'e uğradık. Oyalandık biraz. Bir kaç saat içinde her yerini gezmek imkansız zaten. Ama güzel olmuş gerçekten, İsviçre'de bile yok böyle bir yer. Ben beğendim. Orada odaklandığımız yer neresi olabilir sizce? Tabiki D&R. Kitaplara, filmlere, müziklere doyum olmuyor. Servetimi harcayabilirdim orda - servet derken saatlerimi demek istedim:-) O kadar çok kitap alacaktım ki, liste hazırlamıştım. Hepsini buldum gerçi ama biraz mantıklı düşünmeye çalışarak önce evdeki kitapları bitirmek daha uygun olur dedim. Yine de bir tane aldım huyum kurusun. Listede olmayanından. Solmaz Kamuran'ın "Kiraze"yi aldım. Osmanlı cariyeleri kitaplarım gün be gün artmakta.

Mecidiyeköy'e gitmişken Çadır'a gidilmez mi. Hem maç vardı o akşam. Aşkım'ın içi kesin kıpır kıpırdı, gitmek için can atıyordu belkide. Tabi her yer taraftar dolu, millet coşkulu. Karaborsacılar bir yandan, bere atkı satanlar bir yandan, taraftarlar sarı kırmızı giymiş hep bir ağızdan marşlar söylüyor. Ay ben bile coştum ama belli etmedim yahu. Hava soğuk olmasaydı sözümü tutup giderdim ama yine Aşkım fedakarlık yapmak zorunda kaldı ve gitmedik. Ama sözüm söz. Bir dahaki sefere gidicez Aşkım! Aynen anlaştığımız gibi;-)

Sonra Taksim'e gittik tekrar, ben teee yazın gözüme kestirdiğim abiyeyi hala daha vitrinde durduğunu görünce dayanamadım girdim, denedim, beğendim ve aldım. Nerede ve ne zaman giyeceğim ise meçhul. (yine karar veremiyorum hayret bişiy)

Son olarak gecenin o soğuğuna aldırmadan Sultanahmet'e benim aşık olduğum yere gittik. Bir kaç ship shak orada yaptıktan sonra otelimize döndük.

Sabah 9 da havaş otobüsünde yer kalmadığından ayakta gittik. Valla böyle güzel geçen iki gün sonrasında o bile koymadı bana. Ama adamlar yine de daha büyük bir otobüs kaldırsa ölür mü yani. Saat başı kalkıyor bir de otobüsler.

İşte böyle... Dönüş yolculuğumuz yine çok iyi geçti. Bavulumuz yine çabuk geldi ve evimize döndük.

Not: Şu an iş yerinden yazdığım için fotoğraflar akşama kaldı.

Not 2: Fotoğrafların hepsi değil ama çoğu Aşkım'a ait, kendisine teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Benim elimin alışması uzun sürecek gibi:-(

14 Ocak 2009

Deli miyim neyim?

Sabahtan beri düşünüyorum, düşünüyorum bir sonuca varamıyorum, korkmaya başladım kendimden, tedavisi var mı acep?

Giderken...
Bir kot pantolon giysem, bir de geçenlerde aldığım kazağımı.
Sonra yedek pantolon, dar paçalı olan olur mu ki?
Ya da etek mi koysam?
Yeni aldığım kot etek nasıl olur acaba?
Ya da öbürünü mü alsam, arka cepleri taşlı olan?
E etek olursa bir çift çizme de koymak lazım.
Ama ben öyle rahat gezememki? Hepsi topuklu, hem süet su geçirebilir.
Belki bir yere akşam yemeğine gideriz, daha şık bir elbise mi bulundursam yanımda?
Hangi ayakkabılarımı giysem?
Hangi ceketimi alsam yanıma, soğuk olur mu ki? (buradan daha soğuk olmaz heralde)
Şu anki ceketimin fermuarı bozuk, düğmelerle idare ediyoruz (vah bana)
Diğeri kısa, hem ısıtmaz fazla.
Bir tane beyaz vardı... (epeydir giyiyorum eskimedi gitti gavur)
Snowboard ceketi olmaz, hem o da kısa.
Hiç dışarı çıkmadığımdan ceket problem olmuyor ama oralarda gezeriz tozarız üşürüz (?)
Beyaz örgü şapkamı alıcam, bu kesin.
Aaa Şubi'nin getirdiği atkı ve şapka takımını hala kullanamadım, onları götüreyim en iyisi. (neredeydi onlar ya?)
Hangi kazaklarımı götürsem? Kaç tane götürsem? 1 yeter!
Tamam bir yedek kazak.
Kalın kazak mı olsun, ince mi?
Şimdi ben yedek kazağımı yedek pantolona mı / eteğe mi göre seçsem??
Ama etek şimdi soğukta iyi olmaz yaa... üşürüm.
Fazla birşey götürmeye gerek yok, belki oradan da birşeyler beğenir alırım.
Bavulda yer olsun.
Bavulumuz küçük gelecek galiba, bi büyüğüne mi baksak?
Daha kitaplar falan alıcam, herkese baklava getiricem...
Bunlar ağırlık yapan şeyler.

Bana düz tabanlı, su geçirmeyen, her kıyafete uygun, şık bir çift çizme lazım! (ama meteoroloji yağmur yağacak dedi ondan!)
Bir de ceket, uzun, siyah, kalın (kalın kazak giymeme gerek kalmaz böylece) ve yine şık.
Geçenlerde yolda bir bayanda gördüm, keşke öyle birşey bulsam bende.

Üfff! ben neler saçmalıyorum ya!

Kafayı yedim heralde.

Alt tarafı iki geceliğine İstanbul'a gidicez kendime çektirdiğim eziyetlere bak.

Ne giyersen onu götür, başka da birşey götürme! Amann beea! Hani düğüne gidecek olsam neyse. Yoksa...!?#!% bunlar (öhö öhö... yeni kıyafet alışverişi için bahane dizeleri) mi? yok anacım yok! Bu ben olamam! Hayır! Ben değilim bu! Bu öteki!!!

imdaaaaat!!!!!

9 Ocak 2009

Bergün mü? Ergün mü?




Ergün de kim? Bergün Bergün!! Son maceramızı geçen Pazar İsviçre'nin doğusunda bulunan Graubünden kantonuna (şehir) ait Bergün de yaşadık. Adı ilk duyduğum andan beri çok komiğime gidiyor, tıpkı bir Türk ismi gibi. Sabahın kör karanlığı 6.15 te rahatın battığı, sıcacık yatağımdan kalktım. Gezi çantamız için sandöviçlerimizi, içeceklerimizi hazırladım ve 7 sularında yola çıktık. Yaklaşık 2 saat 10 dakika süren araba yolculugumuzun ardından İsviçre'nin en güzel kızak merkezlerinden biri olan Bergün'e sağ salim vardık. Arabamızı parkettikten sonra tren istasyonuna doğru yürüdük. Orada kızak kiralama yeri vardı. Hepimiz birer kişilik kızak kiraladık. Sanırım tanesi 15 franktı. Daha sonra Aşkım gitti hepimiz için hem tren hem teleferik tam günlük biletler aldı. Tam bilet iki pist içinde 34 frank ve bununla bütün gün hem tren hem teleferikten yararlanabiliyorsun. Trenle ilk önce teleferiklerin oraya gittik. Orada uzunluğunu bilmediğim bir pistte alıştırma ısınma, olayı öğrenme hareketleri yaptık, daha doğrusu yapmaya çalıştık. Ne bileyim ben. Meğer kızak kaymak ta yetenek işiymiş. Ayaklarla yön verme falan. Tam bir karın kası çalıştırma aktivitesi. Ama benim belim ve bacaklarım tutuldu nedense.

İlk turu zor zar kaydıktan sonra teleferiğe bindik. Yarabbi o ne soğuktu öyle!! Benim işim ne buralarda diye isyan edesim geldi. Koskoca dağ, çık çık bitmiyor. Yaklaşık 1600 metre yüksekliğe çıktıktan sonra 4,5 kilometre (!) uzunluğundaki kızak pistinde macera başladı. Hepimiz üçer defa kaydık. Erkekler yarış merakındayken benim tek derdim birilerine çarpmadan çarpılmadan, bir tarafımı kırmadan kaymak oldu.

Bol bol kar yuttum. Yüzümü yeterince koruyamadım. Soğuktan dudaklarımın çatlaklığı anca geçti. Akşam suratım kıpkırmızı, renkten renge girmişim. Çok sıkı giyindiğimizi düşündüğümüz halde yanılmışız. Normal şartlarda üşümezdik ama şartlar hiç te normal değildi. Çok soğuktu ve güneş bir kerecik olsun yüzünü göstermek istemedi.

Çektiğimiz fotoğraflar hiç içime sinmedi. Soğukten tir tir titreyerek anca bunları çekebildim/çekebildik.





8 Ocak 2009

Mim - İtiraf et! bunu yapmayı kaç kere düşündün?

Bu sabah birileri blogumu kapatıyorum diye birşeyler yazıp beni şoklara uğrattıktan sonra bir de ne göreyim mimlenmişim aynı zamanda.
Böyle şakalar yapma kardeşim, dedim, kalbime mi inderecen? Bahsettiğim kişi değerli arkadaşım Çileklisüt. Mim konusu ise "Kaç kere blog yazmayı bırakıyordunuz?". Ben de peki canım, itiraf ediyorum, diyorum:

Ben... evet ben, daha çiçeği burnunda bir blog yazarı olarak bunu her gün aklımdan geçiriyorum acaba sayfayı kamuya kapatsam mı diye....

Yok canım daha neler! Böyle bir halt işlemeyi daha hiç düşünmedim doğrusu. Çiçeği burnunda derken bir de baktım 6 ayı geçmiş. Olsun. Uzun zamandır, hoppidi hoppidi bi o blog, bi bu blog, forum, şu, bu derken gezinir dururum. Baktım patlamak üzereyim, bir şekilde içimi dökmem lazım, eskisi gibi günlük tutamayacağıma göre (artık böyle şeylere vakit yok anacım), dedim en iyisimi bir blog açayım ben.

Yazılar yorumlara açık olunca bir bakıyorsun hiç ummadığın kişiler tarafından fikir alışverişinde bulunmuşsun. İyi veya kötü. Dedim, sevdim bu işi.

Evet düşünceleri, bilgileri ve özellikle güzel şeyleri paylaşmak. Bu günlük sanal bir günlük olsa da, evde içine karalanan defterlerden daha iyi bunu anladım.

Bazı düşüncelerimde, hayret yalnız değilmişim demek huzur ve zevk veriyor.

Uzaklarda bulunan dostlarım, kardeşlerim bu sayede kafamdan geçenleri, nelerle uğraştığımı istediği şekilde takip edebiliyor.

Arada canım sıkıldığında, neler yazmışım diye bakıp, depresyondan kurtuluyorum. Mesela MUTLULUKLARIM köşesi benim motive köşem, terapi köşem, bu amaçla bana hizmet sunuyor. (kendi kendini motive etme aktiviteleri).

Bazı şeyleri küçük küçük kağıtlara yazıp, her kağıtçığın ayrı yerlerden çıkması durumunu da ortadan kaldırıyor bu blog şeysi. Mesela yemek tarifleri.

Bilgi, Sevgi paylaştıkça çoğalır, acı paylaştıkça azalır ya. Prensibim bu. Blogumdaki yorumları daha hiç onayladıktan sonra yayınlamayı düşünmedim. Hiç başkaları ne der, beni üzer mi, blogumu kapatmama sebep olur, şevkim kırılır mı diye bir kaygım olmadı. İşine gelmeyen uğramaz diye düşündüm. Burası benim çöplüğüm istediğim gibi öterim n'olmuş yani dimi?

Zaten fikir alış verişi için burada olduğumdan blogumu kapatmayı niye düşüneyim a dostlar?

Peki ya siz kaç kere düşündünüz, söyleyin bakim, hm?

Çilekli pastacığım

Rahşancığım ara verdikten sonra.

L@l'ciğim

İlkay'cım

Hadi bakalım top sizde!:-)

7 Ocak 2009

Geri sayım başladı



Kim ne derse desin, biz İstanbul'u çok sevdik.

Yaz aylarında elbette bir başka güzel, bir de kışını görelim ne olmuş yani? Bir hafta sonumuzu da orada geçirsek fena mı olur? Hazır fırsat ele geçmişken.

Daha önce de belirtmiştim önceden plan yapmaları, çok sevinmeleri bir kenara bıraktım diye. Fakat şu anda 2 güne neler sığdırabiliriz, İstanbul'da geçireceğimiz zamanı en güzel şekilde nasıl değerlendirebiliriz diye düşünmedende edemiyorum. Sıcacık bir çayını içsem, yanında bir de simit, manzarasını beynime kazıyıp gelsem yine yeter.

Az kalmış.

Heyecanlanmamak elde değil.

İnsanoğluna örnek


İnsan, yeryüzündeki en akıllı (akıllı derken düşünebilen) canlı... Ben bundan şüphe duyuyorum. Şu hayvancıklar kadar olamadık ya ona yanıyorum. Mecbur kalmadıkça öldürmüyorlar, arkadaşlığı dostluğu yeğliyorlar. Farklı olsalar da birbirlerini kabulleniyorlar. Farklı olsalar bile...(!)

Ya biz? Şu üç günlük dünyaya bir biz sığamıyoruz, birbirimize sataşmadan duramıyoruz. Barış, sevgi, saygı kavramlarını yok etmeye çalışıyoruz. Yazıklar olsun bize.

Para, servet, güç, dünyaya hakimiyet. Bu mudur tek amaç? Bu mu senin hırsın? İnsanım diye geçinen yaratık? Hiç birşey yaptığınla kalmayacak, elbet bir gün cezanı çekeceksin. Ya bugün, ya yarın. Hiç mi aklına gelmez ey insanı insanlığından utandıran beyinsiz, senin de bir gün uyanamayacağın günün geleceği?




6 Ocak 2009

Karaoke sen ne biçim şeysin?



Geçenlerde Aşkım bir akşamlığına karaoke seti getirdi eve. Bir arkadaşından ödünç almış. Eğer beğenirsek biz de alırız belki diye.

Bu alet üstelik söylediğin şarkıya göre puan veriyordu. Sesin güzel olup olmaması hiç önemli değil, bülbül gibi şakısan da eğer vurgulamaları yanlış yerlerde yapıyorsan "sıfır! otur!" oluyorsun ve mikrofonu devrediyorsun.

Bu mikrofon olayı da acayip birşey. Biri başlangıcı yapıyor, şarkısını türküsünü söylüyor sonra diğerine "hadi sen de dene" dediğin zaman millet önce bir utanıp sıkılıyor, istemiyor ama mikrofonu bir kere alan bir daha bırakmak istemiyor. Herkes herşeyi unutup şarkısını çığırmaya başlıyor. Yani tam bir eğlence kaynağı bu karaoke.

Fakat bu setin fiyatını türkçe (şarkılar dahil) öğrendiğimizde vazgeçtik almaktan. 400 - 500 frank civarı (pahalı olan ise mikrofona takılan, içinde türkçe şarkıların bulunduğu chip'ler). Ortaklaşa almak şart. Zaten hep bir araya gelindiğinde lazım olacak. Öyle kendi kendine evde söylesen hiç bir anlamı kalmaz.

Belki bir gün alırız. Hop hop hop, şak şak şak... bol şamata yaparız:-)

Şuraya da bana en yüksek puanı kazandıran şarkının hangisi olduğunu gururla haykırmak istiyorum:

Sezen Aksu'dan Seni kimler aldı

Kazandırdığı puan: 100

Bravo bana!

Aşkım'a 100 puan kazandıran şarkı ise: Candan Erçetin'den Yalan

Biz ailecek dokunaklı şarkıları seviyoruz anlaşılan...

5 Ocak 2009

sıfır dokuz


2009 veya kısaca 09.
dokuz.
Severiz biz bu sayıyı. Yani o seviyor. Umarım bu sayı bu yıl uğur getirir ona;-)
Yeni yıl, alt tarafı yeni bir tarih. Ben kahve içerken girdim yeni tarihe. Evet yine kahve. Ne o beni ne de ben onu bırakamıyoruz birbirimizi. Seviyoruz işte.
O gece oturarak sabahladım. Çok güzel oturdum gerçekten. Yatmak istedim ama oturdum. Saatlerce. Sadece oturdum.
Arada sohbet ettik.
Herkes tatildeydi, herkes bir aradaydı. Ben ayıp olmasın diye oturdum. Herkesin tatil olduğu tek zaman bu zamanlar oluyor. Bu herkesin bir arada olabildiği tek zaman dilimi Noel ve yeni yıl arası.
Hiç huyum değildir yeni yıl planları yapmak. Çünkü plan yaparsın yaparsın ve yaptığınla kalırsın. Uygulama asla olmaz.
Spor'a başlarsın devamı gelmez, rejime başlarsın her zamankinden daha çok kilo alırsın, tertipli düzenli olucam dersin bu en fazla iki hafta sürer. Sabahları erken kalkıcam dersin fakat Ocak ayının birinde akşam 6'dan önce kalkmazsın. Amaaan. 7'de neydiysem 70'imde de o olucam galiba. Canım sağolsun.
Ama yine de aklımdan geçiririm ne nasıl olsa daha güzel olur diye, ama kendim için değil:
Sevdiklerime onları ne kadar çok sevdiğimi daha sık hatırlatmak,
Sevdiklerimin her zamankinden daha sağlıklı olması,
Mutlulukların daim olması,
Kırgınlıkların olmaması,
Dillerden bal misali akan sözlerin daha sık kullanılması,
Gözlerden sadece sevinç gözyaşlarının akması,
Yeryüzünde sağlıklı bebeklerin doğması,
Mutlu aile sayısının artması,
Bütün çocukların okula gidebilmesi,
Herkesin başını sokabileceği sıcak bir yuvasının, sofrada sıcak bir yemeğinin olması,
Kadir kıymet bilenlerin artması,
Saygı sevgi göstermenin değerini bilmek,
Yüzlerde her daim bir tebessümün olabilmesi,
Amansız hastalıklara çare bulunması,
Şikayetlerin azalması,
Memnun olmayı öğrenmek,
Sevmek, daha çok sevmek ve yine sevmek,
Herşeyin önce kendinde başladğını bilmek,
Olumsuz düşüncelere göğüs gerebilmek,
...
Saymakla bitiremeyeceğim onca şey. Çoğu ütopik olsa da, tüm kalbimle istediğim şeyler bunlar. Ve bu dileklerimde yalnız olmadığımı biliyorum.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...