29 Aralık 2008

Biraz mola


Bu aralar biraz uzak kaldım ve bir süre daha olmayacağım.


Hepinize güzel, mutlu, sağlık ve neşe dolu günler diliyorum.


2009'da tekrar görüşmek üzere.


Sevgiyle kalın!!!!!!!

23 Aralık 2008

Zencefilin sırları ve detoks yiyecekleri

Midem bu aralar patlamaya hazır bir bomba gibi yakamı bırakmıyor. Şişkinlik nedeniyle verdiği rahatsızlık aynı zamanda mide bulantılarına yol açıyor. Bunun sebebini tahmin edebiliyorum aslında. Geçen bir kaç gün/hafta içersinde son derece düzensiz ve sağlıksız yemelerimin ve aynı zamanda egzersizSİZ geçen tembel günlerimin sonucu. Bununla ilgili olarak bir kaç ufak araştırma yaptım. Mideyi sakinleştirmenin, bulantıları geçirmenin yolları nelerdir diye.

Ve şu iki faydalı yazıyla karşılaştım. Aklımızda bulunsun:

Zencefilin, mide kaynaklı sindirim sorunlarının, seyahatte, hamilelik döneminde ve kemoterapi nedeniyle oluşan mide bulantısı ve kusma şikayetlerinin önlenmesi ve tedavisi amacıyla kullanıldığı bildirildi.

Amerikan Diyetetik Derneği'nin Denizaşırı Ülkeler Türkiye Temsilcisi Diyetisyen Selahattin Dönmez, yaptığı açıklamada, zencefilin yeşil, mor çiçekleri bulunan, Asya, Hindistan ve Arabistan'da tedavi amaçlı kullanılan aromatik yağ açısından zengin, tropikal bir kök bitkisi olduğunu söyledi. Eski zamanlarda zencefilin eklem iltihabı, kolit ağrıları, ishal ve kalple ilgili hastalıkların tedavisinde kullanıldığını ifade eden Dönmez, şöyle dedi: "Zencefil, uzun yıllardır yemeklerimizi lezzetlendiren önemli bir baharat olarak tüketilmektedir.
Zencefil, soğuk algınlığı, grip, nezle gibi hastalıkların belirtilerini, baş ağrılarını ve regl dönemi ağrılarını azaltmak için tüm dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır."

Dönmez, taze zencefilin B6 vitamini, C vitamini, kalsiyum, demir, magnezyum, fosfor, potasyum, manganez ve lif açısından yüksek besin değerlerine sahip olduğuna belirterek, şöyle konuştu: "Günümüzde zencefil kökleri, yaygın olarak mide kaynaklı sindirim problemlerinin tedavi edilmesinde kullanılır.
Seyahat sırasında gelişen, hamilelik döneminde ve kanser kemoterapisi nedeniyle oluşan mide bulantısı ve kusma şikayetlerinin önlenmesi ve tedavisi amaçlı kullanımı önerilmektedir. Zencefil, kalp hastalıkları, kanser gibi önemli hastalıklarda da kullanılmaktadır."

Dönmez, 80 denizci üzerinde yapılan araştırmada, zencefil tozu kullanan kişilerin kusma ve soğuk terleme şikayetlerinde azalma olduğunun belirlendiğini ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü: "Piyasada reçeteli veya reçetesiz olarak satılan bulantı azaltıcı ilaçlar, uyuşukluk ve ağız kuruluğu gibi istenmeyen şikayetlere neden olabilir.

Buna karşılık, yolculuk sırasında gelişen mide bulantısı ve kusma şikayetlerinin azaltılması için kök veya toz halde zencefil tüketiminin ilaç tedavisine alternatif olarak kullanılabileceği düşünülmektedir."


Zencefilin 2 yaşın altındaki çocuklara verilmemesi gerektiğini vurgulayan Dönmez, 2 yaşın üstündeki çocuklarda ise baş ağrısı, mide bulantısı ve sindirim sistemi kramplarının tedavi edilmesi için kullanılabileceğini belirtti.

Yetişkinlerde ise zencefil tüketiminin günlük 4 gramı geçmemesi gerektiğini ifade eden Dönmez, zencefilin aşırı dozda tüketilmesi halinde göğüste hafif yanma hissedilebileceğini kaydetti.

(RealAge)

Detoks için önerilen yiyecekler

Kısaca anlamı: Detoks, vücudumuza çeşitli yollarla giren ve atık madde olarak dışarı atılmayı bekleyen zararlı toksinlerden kurtulmaktır.

Sarmısak: Kardiyovasküler hastalıkların risklerini azaltmaya yardımcı olmasının yanında, karaciğer enzimlerine yardım ederek zararlı toksinlerin vücuttan atılmasına destek olur.

Brokoli: Kansere karşı savaşta en güçlü dostlarınızdan biri olan brokolinin filizleri, aynı zamanda enzimleri uyarıcı etkiye de sahiptir.

Su teresi: Su teresini salatalarınızda, çorbalarınızda ve sandviçlerinizde kullanabilirsiniz. Küçük yeşil yaprakları, vücutta biriken hücreler arası veya damar içi fazla sıvıyı atar ve idrar çıkışını arttırır. Ayrıca tereler, mineral bakımından da oldukça zengindir.

Yeşil yapraklı sebzeler: Bu sebzeleri çiğ ya da haşlanmış olarak da yiyebilirsiniz. İçerdikleri klorofil, vücuttaki metal ve pestit gibi toksinleri dışarıya atmaya ve karaciğeri korumaya yarar.

Limon: İçerdiği C vitamini limonun 'detoks vitamini' olarak ün salmasını sağlamıştır. Limon, bazı toksinleri suyla çözülebilecek bir şekilde ayrıştırır.

Yeşil çay: Vücudunuzdaki kanı daha akışkan hale getiren yeşil çay, güçlü bir antioksidandır. Bunun yanında yeşil çayda bulunan kateçin maddesinin karaciğer fonksiyonlarını hızlandırdığı belirlenmiştir.

Lahana: Bu sihirli sebze detoks işlemlerine yardımcı olur. Özellikle salatası sağlığa çok yararlıdır.

Tahin: Karaciğerde bulunan hücreleri, alkol ve diğer kimyasallardan korur. Lezzetli tadı ile tahin; sağlık ve damak dostu yiyecekler arasındadır.

Pire otu: Bu otsu bitki kolestrolü düşürmeye yarar. Az miktarda pire otu tüketmek, bağırsaklarınızın temizlenmesine yardımcı olacaktır.

(RealAge)

Şu an için işe yeşilçay ile başlayabilirim ancak. Zencefili de mutlaka denemeliyim.

22 Aralık 2008

Nostaljik bir hafta sonu





Bu hafta sonu Türkan sultan ve Cüneyt Arkın'a doydum. Baktım yapacak hiç birşey yok oturdum 3 film birden izledim (malesef internet üzerinden). Önce Arım, Balım, Peteğim daha sonra Hayatım sana feda ve son olarak ta Aşk mabudesi.
Bence Türkan Şoray bayanlarda, Cüneyt Arkın ise erkeklerde Türk sinemasının gelmiş geçmiş en güzel, yakışıklı, karizma oyuncularıymışlar. Hollywood starları halt etmiş yanlarında. Türkan Şoray'daki gibi gözler, bakışlar, zerafet kimsede yok. Cüneyt Arkın desen ayrı hoş. Bir kere James Bond'da rol alsaydı yerini kimseler dolduramazdı bir daha.

Eski Türk filmleri. Tadı bir başka. Birbirine benzeyen hikayeler olsa da bunların büyüsü bir başka oluyor yahu. Kırk kere izlesen yine izlenir.
Bu filmlerin aslında kasetleri mevcut annemlerde ama bu devirde video ne gezer. İlk fırsatta sevdiğim, izlemekten bıkamadığım Yeşilçam filmlerinden bir arşiv oluşturacağım, mümkün olduğu kadar orjinal dvd'ler bulmaya çalışacağım. Biraz zor olacak gibime geliyor, göreceğiz artık.

16 Aralık 2008

Coştum bugün bir post daha

Neler mi yapıyorum?


Bir kitabı bitirmek bu kadar vaktimi almamıştı epeydir. E tabi her yere koşturursan her şeye fırsat bulamazsın.
Karar verdim, ben Ayşe Kulin'in kitaplarına bayılıyorum. Birbirinden farklı hikayeler, birbirinden farklı karakterlerler, hangi konuda olursa olsun büyük bir ustalıkla yazdığını düşünüyorum.
Fakat bu kitap bana bir numara büyük geldi. Hikaye güzel olmasına çok güzel ama arada sık sık eski Türkçeden terimler bulunuyor ve ben ki yeni Türkçe'ye anca alışmış biri olarak o kelimelerin ne anlama geldiğini düşünmekten bir türlü hikayenin akıcılığına ulaşamadım. Gerçi şimdi alıştım, önemli olan konuyu anlamak, detaylarda takılı kalmamak. Olaylar şu anda baya baya sürüklemeye başladı beni. Mehpare çocuğunu doğuracak mı, Kemal sağ salim geri dönecek mi? Behice hanım da hamile. Kızları nasıl bir tepki gösterecek acaba? Türkiye işgalden kurtulurken kimleri feda edecek... Azra hanım'a ne olacak?

Merak ediyorum, okumayı hızlandırmam lazım.


Bu aralar her yere yetişme çabasındayım. Uzun zamandır bitirmeyi hedeflediğim fakat bir türlü fırsat bulamadığım 1000 parçalı Puzzle'ım hüzünlü bir şekilde bitirilmeyi bekliyor.
Daha önce heves edip (hiç işimiz gücümüz yokmuş heralde) 3000 parçalı bir Puzzle almıştık. 4 ayda bitirdik, ben Puzzle yapmayı çok sevdiğim halde bitirinceye kadar çeşitli bunalımlar geçirdim ve sonrasında aman Puzzle mı tövbeler olsun dedim. Dedim demesine de bakın hiç sözümde durmuş muyum. Anladım ki bu da bir tür hastalık. Anne Geddes resimlerine hayran biri olarak 500 parçalı bebişli Puzzle almıştım. Bu da bir hafta dayanmadı bitti. Hevesimi tam alamayınca kalktım bunu aldım. Kaplanlı falan çok hoşuma gitti, gece de parlıyor.
Kaç ay oldu bu Puzzle'a başlayalı, kaç kişinin eli değdi (ortalıkta durursa tabi değer) Şimdi ise kaç parça eksik acaba merakıyla devam ediyorum. Bakalım bitirmek ne zamana nasip olacak ve kaç parça eksik çıkacak. Bu bitince ne alacağıma karar verdim bile. Uslanmam ben biliyorum.

Mim - Makyaj çantalarımızı açalım






Arkadaşım L@l beni geçen hafta mimlemişti ve bu defa benden makyaj çantamı boşaltmamı istedi. Ben de bu görevi seve seve yerine getirmek istiyorum.
Görüldüğü gibi bana makyaj çantası yetmediği için bir makyaj sepetim var. Bakmayın siz o kadar dolu göründüğüne. Yanılgıya düşüp beni boyalı kokona sanmayın, değilim çünkü... Makyaj malzemlerini çok severim ama fazla makyaj yapamam. Bazen içimden gelir şöööyle bir Türkan Şoray makyajı yapmak (kara kara iri gözler ve up uzun kirpikler) gelin görün ki bu hevesim her seferinde göz iltihabıyla son bulur. Önceden böyle bir problemim yoktu, bir senedir nereden çıktı anlamıyorum. Acaba sık sık değiştirdiğim rimel'lerden mi? Bundan bir kaç yıl önce hep aynı rimeli kullanırdım, Maybelline. Hiç birşeycik olmazdı. Şu son yıllarda canım Aşkım sağolsun iş yerine gelen, arkadaşının bu çok güzel, yeni çıktı ve çok kaliteli dediği ürünleri eve getire getire evde bir yığın malzeme oldu benim gözlerim de değişik markaların rimellerini kullanmaktan harap oldu... ühüüüü. Zaten fazla rimel kullanmam üstüne bir de böyle iltihaplanma oldu mu hiç kullanamıyorum. Kaderin cilvesi işte. Tabiki tek sebebi bu mudur değil midir bilemiyorum. Fakat bildiğim tek şey sık sık marka değiştirmemek. Sonuçta insanız yahu. Cildimizi yok şunu deneyeyim yok bunu deneyeyim derken harap etmeye ne gerek var. Memnunsan boşver yeni ürünleri kardeşim, kobay mısın sen?

Neyse, gelelim benim makyaj yaptığım günlerde kullandığım ürünlere. Daha önce Dermalogica ürünlerinden bahsetmiştim. Cildi yağlandırmadığı ve nefes almasını sağladığı için bu markanın Make up'ını ve nemlendiricisini kullanıyorum. Aynı zamanda yine Dermalogica'nın kırışık kremini kullanıyorum. Bu çok gülünç biliyorum. Cildimde henüz kırışık falan yok ama ben bu kremin kokusunu ve dokusunu çok seviyorum. Her zaman göz çevrem için kullanmıyorum, arada sırada dudaklarıma sürüyorum, yumuşacık oluyorlar.

Gelelim Cumartesi günü aldığım son rimele, bu defa Aşkıma getirtmedim, kendim aldım. Fırçası silikon. Markasını unuttum yahu. Sanırım 'Cover Girl' dü. Ya da L'oreal mıydı? Ay hiç emin değilim. Göz iltihabı nedeniyle henüz doyasıya kullanamadım. İyi olup olmadığını bu yüzden söyleyemicem. Bunu ilerleyen günlerde göreceğiz.

Bir de evde onlarca kardeşi bulunan dudak parlatıcım var, beyaz gibi görünüyor ama sürünce şeffaflaşıyor, yani gayet sade. Gün içersinde sık sık tazelemekten bunalıyorum. Bu yüzden çok ender kullanırım ve bu sebepten dolayı parlatıcılarım hiç bitmez, her çantadan çıkar bir tane. Bunun markası kesin Cover Girl. Eminim.

Ve gayet sade renkleri olan L'oreal göz farı (bundan da eminim, L'oreal).

Bunları günlük makyajımda kullanıyorum. Tabi sabahları uyku sersemliğim yoksa, vaktim ve hevesim varsa. Diğer günler sadece yüzümü yıkar çıkarım. Unutmazsam bir de nemlendirici sürerim. Bugün mesela sadece nemlendirici ve make up var yüzümde:-) Bravo bana.

Ben de sevgili Rahşan'ı ve Ferulago'yu mimlemek istiyorum kabul buyururlarsa:-)

L@l'ciğim senin makyaj çantanı merak etmedim sanma. Seni de mimliyorum:-) Sobelemişsin ama yazmamışsın senin cicileri:-)

Madagaskar 2 ile keyifli dakikalar





Dün akşam iş dönüşü Madagaskar 2'yi izleyelim dedik. Ne de iyi etmişiz, deşarj oldum resmen. Sinema zaten yol üstünde ve Pazartesi günleri fiyatlar daha uygun oluyor. Benim açlık krizimi geçirdikten sonra keyifli dakikalar başladı.
Madagaskar'ın ilk bölümünü de sinemada izlemiştik. Adamlar aynı atmosferi ikinci bölümde de yakalamışlar. Ben bu bölümü ilkine göre biraz daha duygusal buldum. Arkadaşlık dostluk her zaman ön plandaydı. İlk bölümle güzel bağlantılar yakalamışlar, bence izlemeyenler ilk bölümünü izlesin de gitsin 2'ye.

Hikaye dört arkadaş'ın (aslan, zebra, su aygırı ve zürafa) New York hayvanat bahçesinden kaçmasıyla başlıyor...

Böyle kaliteli çizgi filmler artık sadece çocukları değil büyükleri de aynı şekilde etkiliyor. ICE AGE 3'ü sabırsızlıkla bekliyorummm.

Ah çocuk olmak ne güzelll!

11 Aralık 2008

Çok sevdim, lütfen devam etsin!!!

Ben normal şartlarda dizi takip eden, edebilen birisi değilim. "Ah birazdan dizim başlicak" çayımı demliyim, çekirdeğimi alayım oturup bir güzel dizi keyfi yapayım triplerine giremiyorum. Keyif aldığım dizi sayısı yok denilecek kadar az. Hatta yok. Yapmacık zengin aile, süslü püslü boyalı hatunlar, bazısı fakir olur fakat aynı elbiseyi iki defa üst üste giymez... yok mafyasıdır, polisidir, doktorudur, aşiretidir bilmem nesidir bana itici geliyor.

Bazen olur çok sevdiğim bir dizi yayına başlar, beğenmişimdir, bağrıma basmışımdır ama gözü kör olası zaman herşeye yetmiyordur, keyif yapmama da böylelikle fırsat vermiyordur... Ya da dizi olağanüstü ratingler kırmadığı için yayından kaldırılıyordur. Böyle bir kısır döngü söz konusu yani.

Her diziyi takip edemem ben. Karakterler, oyuncular ve senaryo çok samimi gelmesi lazım bana. Gerçekçi olması lazım. Beni memleketimin sıcak insanlarıyla buluşturması lazım. Ama abartıya kaçmaması lazım.

Ben bu samimiyeti Canım Ailem dizisinde rol alan usta oyuncu Uğur Yücel (Samim), işte ben buyum diyen Şebnem Bozoklu (Meliha) ve tabiki tabiki kiiiim...? Bende uzun zamandır çok yakın bir dostummuş hissi uyandıran Ezgi Mola (Feride) da gördüm!!! Ve senaristten tek ricam, lütfen konuyu dandirikleştirmeyin! Çorba gibi bulandırmayın. Bu kadar güzel oyuncuları bir araya toplamışken, ele fırsat geçmişken, herkes sıcak bir aile dizisi arayışı içerisindeyken oturun güzel güzel senaryolar hazırlayın. Beni deli etmeyin, kafamın tasını attırmayın. Ben Meliha ablama bayıldım, beni onun repliklerinden mahrum etmeyin. Feride zaten benim yakın dostum gibidir, beni ondan uzak tutmayın. Adam gibi birşeyler yapın senaryo sorununuz olursa beni arayın... (Bu açık mektup gibi oldu, bu kadar yazmışken atv'ye de bir mail atayım tam olsun) .

İşte böyle, bazen kendimi kaptırıveriyorum. Ne olmuş ki haftanın bir günü de ben mutlu mutlu, keyif yapa yapa bir tanecik dizi izlesem?


8 Aralık 2008

Apocalypto'yu hatırlattı


Pazar günü toplandık ve "yaşasın nihayet doğru düzgün bir türk filmi geldiii" şeklindeki sevinç çığlıklarıyla A.R.O.G.'u izlemeye gittik.
Sonuç - hüsran.
Bu sene ki Avrupa şampiyonasından bir hayli malzeme çıkartılıp, bir çok filme zırt pırt gönderme yapılıp, küfür etmeyeyim diye kasım kasım kasılıp üstüne bu konuyla ilgili bir gönderme daha yapılıp, film ha şimdi başladı ha şimdi başlayacak derken bitirilp seyirciler hüzünlendilirilmiştir.
Bu bizim beş kişilik fikrimiz.
Ayrıca senaryoya bu kadar abeslik katılmaz ki canım. Misal: Sen viagra'yı yanlışlıkla at ağzına, azgın azgın dolaş ortalıkta (buraya kadar neyse), karı bulamayınca da al maymunu götür (oha-çüş-brsss).
"N'olcak canım bu kadar ciddiye alma, komedi filmi bu" diyenlere sözüm: Kardeş çocuk soruyo! Ne diyim? Maymunla gezmeye mi gitti diyim? İnsanlar bunu niye komik buluyor o zaman? derse ne diyim? (yaş sınırlaması yok ki).
Film boyu küfretseydi bundan iyiydi dedirtti bu olay bana.
Dost acı söyler Cem abi, cık cık cık olmamış! Sana Özkan Uğur’dan asıl anlamı daha çok A.R.O.G.’a cuk diye oturan “Olduramadım” şarkısını armağan etmek istiyorum (Ama kopuktu kopuktu zincir...)

Bu film hakkında daha fazla yorum yapmadan asıl anlatmak istediğime geçeyim.
A.R.O.G.’la giriş yapma sebebim ise, izlerken bu filme de bir gönderme yaparak, uzun zamandır anlatmak istediğimi hatırlatması.

Apocalypto.
Bu film insanı içine çekiyor resmen. Sürükleyip gidiyor. Ben o kadar kaptırmıştım ki kendimi, öyle bir gerilmiştim ki, film bittikten sonra yorgun düştüm.
Mel Gibson'ın yapımcılığında ve senaryosunda katkısının bulunduğu, yönetmenliğini ise tek başına üstlendiği bu film Maya halkından bahsediyor.

Konu şöyle bir soru ile özetlenebilir: Sevdiklerinin hayatı senin hayatına bağlıysa ne yaparsın?

Köyünü basmışlar, eşine dostuna eziyet edip gözünün önünde öldürmüşler, bazılarını pazarda satmak için, kimilerini ise kuraklık sebebiyle kurban etmek üzere esir almışlar ve bu esirlerin içinde sen de varsın. Doğurmak üzere olan karını ve üç dört yaşlarında ki oğlunu düşmanlardan korumak için bir kuyuya saklamayı başarmışsın, onlara geri döneceğine dair söz vermişsin (dönmezsen kuyudan çıkamayacaklar)... ve film burada başlıyor!
Ben kalbi olanlar izlemesin diyorum, çok heyecanlı, bazen mide bulandırıcı ama güzel ve kaliteli.

6 Aralık 2008

Bayram sevinci ve güzel bir hikaye

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.

Büyüğü Halil.

Küçüğü ise İbrahim...

Halil, evli çocuklu.

İbrahim ise bekârmış...

Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...

Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.

Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.

İkiye ayırmışlar.

İş kalmış taşımaya.

Halil, bir teklif yapmış:

İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

Peki, abi demiş İbrahim...

Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:

Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

Böyle demiş ve

Kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.

Haydi İbrahim. Demiş, önce sen doldur da taşı ambara.

Peki abi.

İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

O gidince, Halil düşünür bu defa:

Der ki:

Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

Ama kardeşim bekâr.

O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.

Böyle düşünerek,

Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.

Bu, böyle sürüp gider.

Ama birbirlerinden habersizdirler.

Nihayet akşam olur.

Karanlık basar.

Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.

Hatta azalmıyor bile.

Hak teala bu hali çok beğenir.

Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...

Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.

Şaşarlar bu işe...

Aksine çoğalır buğdayları.

Dolar taşar ambarları.

Bugün ‘Bereket' denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir.
EVİNİZE VE HAYATINIZA HALİL İBRAHİM BEREKETİ ve MUTLU BAYRAMLAR DİLERİM.

4 Aralık 2008

Mutluluğun diğer adı

Aile(m)
Sığındığım tek liman
Başka söze gerek yok









Yer : Lugano / Tessin
Tarih : 16 / 11 / 2008
Konu : Mutluluk
Mesaj : Sizi Seviyorum

3 Aralık 2008

Mim / Takıntılarımız



Geçenlerde sevgili L@l'ciğim bu konu hakkında beni mimlemişti. Kendisine teşekkür ediyorum. Hafta sonu kendimi gözlemledim biraz, takıntılarım olmadığını düşünüyordum ama varmış bende de bir takım tuhaflıklar. Aralarında beni korkutanlar da oldu „Aman Yarabbiii bu ben miyim?” dedim:-) Benimkiler takıntıdan çok garip huylar gibi geldi bana. Bazılarından vazgeçsem kendi sağlığım açısından iyi olur heralde:-)

Sınıflandırılabilecek kadar çok takıntım varmış ta haberim yokmuş:

Kıyafet/Alışveriş
Kıyafet deneme korkusuna beğendiklerimi denemeden alır, evde rahaaat rahat denerim olmazsa aynen geri iade ederim. Kesinlikle kabin sırası beklemeyi sevmem. Ama genelde üzerime neyin oturacağını karşıdan bakmayla bilirim.

Bazı kıyafetleri dar alırım (eğer kendi bedenim kalmamışsa ve çok beğenmişsem), giyebilmek için hırs yapıp kilo veririm belki diye ama dolap bekletirim sonra. Hani tersini yapıp bol alsam canım yanmaz, bir gün elbet lazım olur:-)

Geçen Cumartesi çizme manyağı olduğumu keşfettim, anladımki bana her renkte çizme lazım. Şu anda bir gri, 3 siyah, bir beyaz, bir kahverengi, bir koyu bej çizmelerim var – sırada istediğim ise kırmızıııı, mor olsa da güzel olur (hakkatten manyağım haa)

Evde terlik giymeyi hiç sevmem (geçenlerde heves edip aldım ama en fazla 5 dk dayanıyor ayağımda) Hele azıcık topukluysa hiç hiç sevmem. Bir de misafirlikte tuttururlar illa terlik giy diye, buna da ayrıyeten sinir olurum, sebebi var tabi – kıyafetlerime uymaz ve genelde topukludurlar.

Yemek
Buzlu dondurmaları ısırarak yemem lazım – başka türlü tadına varamam ve canım kar kış farketmeden her daim dondurma çeker.

Yaptığım bir yemeği beğenmediysem kimselere yedirmeden hemen ikincisini yaparım, olmayanı daha sonra kendim yerim.

Sabahları mideme mutlaka ama mutlaka birşey indirmem lazım, bir lokma da olsa. Bu gayet normal diyenler olabilir ama birşey derken bu herşey olabilir (varsa çiğköfte, varsa mercimekli köfte, turşu, çikolata, patates salatası, pilav, soğuk yenilebilen ne varsa:-) maksat birşey yemiş olmak. Pis boğazım biliyorum.

Diğer acayipliklerim
Temizlerken kirpiklerim dökülür korkusuna rimel kullanmam. Ancak özel günler ve davetlerde.

Araba kullanırken dikiz aynasına bakmaktan acayip tırsarım, hele karanlıkta (korku filmleri sayesinde).

Küpeler günde en az bir kere çıkartılıp kulak memesi, küpe temizlenmeli.

Ortalıkta gelişigüzel bırakılmış eşyaları göz önünden kaldırmak için yine gelişigüzel dolaplara tıkıştırırım. Önemli olan ortalık dağınık durmasın… (Dolaplarım bu yüzden pek düzenli değildir. Sonra aradığımı da bazen şans eseri bulursam bulurum.)

Diğer takıntılarımdan biri ise evdeki bitkilerim. Her ne kadar özenle baksamda, agucuk etsemde, sevsemde, onların yanında pozitif olmaya çalışsamda bazıları bir türlü canlı durmuyor… Hele bir de pms dönemimdeysem „çiçekler bile beni sevmioooo, kimse beni sevmiooo“ moduna girerim.

Beğenmediğim, daha doğrusu kırık/çatallaşmış olan saç tellerimi yanımda saç için aldığım makasım yoksa tek tek yolarım, hiç acımam (korkunç bir durum biliyorum).

Müzik dünyasındaki takıntım ise, kalın ses tonu olan bayan sanatçılar, misal: Işın Karaca, Sezen Aksu, Ebru Gündeş, Funda Arar, Tony Braxton vs. Bunların ses tonlarını karizmatik bulurum, çok hoşuma gider. Şarıkları da güzelse mest ola ola dinlerim. Taktım bunlara gidiyorum…

Bir de Türkçe’yi düzgün kullanma takıntım var. Yurtdışında yetiştiğimden midir nedendir, anadilimi en iyi şekilde kullanmak için kendimi fena kasıyorum. En azından imla hatası yapmamak için Türk Dil Kurumu ve sözlükler en yakın dostlarımdır. Yani elimden gelenin en iyisini yapmak için çok uğraşıyorum. Buna sebep ise sağolsun memleketteki esnaflardır, ağzımı açtığım an “Almanyalı mısın” sorusu gelir. Bu duruma fitilim abi fitil!

Sanırım bu kadar:-) ve kimseyi mimlemiyorum bu defa.

1 Aralık 2008

Orhan Ölmez



Bu hafta sonu romantik şarkılarıyla ünlü Orhan Ölmez'i yakından tanıma fırsatı bulduk. Oturup çay içmedik tabi ama canlı performansıyla bizlere güzel bir Cumartesi akşamı yaşattı. Bizlere derken Yadeller derneği üyelerinden bahsediyorum. Bu dernek yaklaşık 9 sene önce İsviçre'deki gurbetçi gençleri tarafından kurulmuştu. Derneğin amacı İsviçre'de yaşayan Kumavşarlı (köyümüz) ve diğer Türk vatandaşlar arasında dostluk ve birlik bağlarını sağlamak. Bu nedenle her yıl geleneksel Yadeller eğlencesi düzenlenir.

Bu yıl ki konuk sanatçımız Orhan Ölmez'di. Kendisini zaten beğenerek dinliyordum. Bu kadar sempatik, alçak gönüllü ve mütevazi olduğunu gördükten sonra daha da beğenerek dinleyeceğim.
Bizlere repertuarının sadece ve sadece romantik aşk şarkılarından oluşmadığını göstererek yerimizden hop hoplattı zıp zıplattı, kurtlarımızı dökmeye yardımcı oldu:-) Onu tanıyanların bir çoğu genç kızlardı:-) Fakat dediğim gibi güzel sesiyle ve orkestrasıyla her yöreden bir türkü söyleyerek her yaş grubuna hitab etmeyi başardı o gece.

İsviçre'ye ilk defa gelmiş, inşallah beğenmiştir ve onu buralarda son görüşümüz olmaz.

26 Kasım 2008

İnna Panasenko





Yemek masamızın bulunduğu duvara güzel bir tablo arıyorum uzun zamandır. Cumartesi günü bir mobilya mağazasına uğradık. Tabi ben hemen tabloların bulunduğu bölüme geçtim. Harika tablolar vardı. Gönül uyumlu uyumsuz ne varsa almak istedi. Aklımdan geçirdiğim diğer şey ise "bunların fiyatı böyleyse orjinalleri kim bilir ne kadardır" dı:-) Baktım baktım baktım, şöyle içime sinen birşey bulamadım yinede. Tablolar güzeldi fakat benim için bir anlam ifade etmiyorlardı. Karar verememe sebebim buydu sanırım.
Daha sonra aklıma şöyle bir fikir geldi: Ben en iyisi kendi eserimiz olan güzel bir fotoğrafı büyütüp asayım (mesela güzel bir İstanbul panoraması fena olmaz). Hem daha anlamlı olur bizim için. İki yıldır düğün fotoğrafımıza bakmaktan gına geldi yahu. Her bakışımda bir kusur buluyorum:-)

Konuyu fazla saptırmadan ben İnna Panasenko'ya geçeyim. Mağazada tablolara bakarken bu resimlere rastladım. Bir beğendim ki sormayın gitsin. Artık ayakkabıları mı beğendim, çizimini mi bilemiyorum.

İnna Panasenko daha çok etkileyici boğa çizimleriyle ünlü Kafkasya'da doğmuş rus bir ressam. Şu anda Almanya'da yaşıyor ve resimleri de Almanya'nın çeşitli şehirlerinde (Berlin, Düsseldorf, Frankfurt, Hamburg, Münih, Hannover vs.) sergileniyor. Boğa resimlerinin bir kısmını internette gördüm ve gerçekten hayran kaldım, diğer resimlerine de.

Bir gün güzel, geniş bir antresi olan evim olursa duvarlarını bu ayakkabı tablolarıyla süslemek isterim. Aklımın bir köşesinde bulunsun:-)








25 Kasım 2008

Sony'e Canon'la ihanet



Daha önce de bir yazımda anlatmıştım fotoğraf çekme kursuna başlayacağım diye. Geçen Salı başladım ve bugün dahil olmak üzere daha 5 defa 3 saatlik kurs var. Bu kurs "yolun başında olanlar" kursu. Bir sürü detay, hepsini kafamda nasıl tutacağım bilemiyorum ama inşallah işime yarar diye düşünmeden edemiyorum.

Hani bir yere giderseniz, etkileyici bir manzara ile karşı karşıya kalırsınız, bunu anılarınıza dahil etmek için fotoğrafını çekersiniz ve ortaya bambaşka bir kare çıkar. Yani fotoğraf aynı büyüyü yansıtmaz. Bu durum beni çileden çıkarırdı. Bunu özellikle İstanbul fotoğraflarında farkettim. Bir türlü istediğim gibi olmuyordu fotoğraflar ve aynı manzaranın bin tane karesi alınırdı, istenilen sonuç elde edilene kadar. Cahillik işte dicem ama bütün suç fotoğraf makinesinde! Şimdi Sony'ciğimin pabucu tarafımdan dama atılmış durumda ve ben Canon'umu Ocak ayında inşallah tekrar İstanbul'da testten geçiricem (tabi kendimi de) ama bu defa da hava durumu yan çizebilir. Suç yine bende olmayabilir. Hadi bakalım hayırlısı.

Üstteki kuğu fotoğrafı şu anda pencereden dışarı baktığımda mevsime uygun görünmüyor ama daha geçen hafta Lugano'da çektim. Hava muhteşemdi. Avrupa'nın en uzun tünellerinden biri olan (hatta en uzunu muydu?) Gotthard tünelinden (17 km) bir geçiyorsun, sanki başka bir dünyaya gelmiş gibi oluyorsun. İnanılmaz bir duygu bu!!! Neyse bu ayrı konu.

Yeni makinamın modeli Canon EOS 450D

24 Kasım 2008

İncirli Tatlı


Cumartesi temizliğini atlattık, keyifli bir Pazar günü geçirdik, Pazartesi'yi de arkamızda bıraktık ve güzel bir tatlıyı hakettik:-)

İnternette bir çok incirli tatlı tarifine rastladım ve hepsinin birbirinden farklı olduğunu da görmüş oldum. Ölçüleri de tutturamayınca benimkisi diğerlerinden hep farklı sonuçlar verdi. Nihayet bir kaç denemeden sonra ben de kendi ağzıma layık ölçülerimi tutturdum ve bir daha unutmamak üzere buraya aktarıyorum:

Tarif ise severek takip ettiğim Yeşilkivi 'ye ait ve nihayet onun incirli tatlısına yakın bir sonuç elde etmenin mutluluğunu yaşıyorum:-)

Malzemeler:

Kek için
  • 2 yumurta

  • 1 su bardağı tozşeker

  • 1 su bardağı un

  • 10 tane kuru incir

  • 1 su bardağı ceviziçi (1 paketi 200 gram hemen hemen 1 su bargağı yapıyor)

  • Yarım paket kabartma tozu

  • 1 paket vanilya

  • 1 çay kaşığı tereyağ (borcamı yağlamak için)

Kreması için

  • 1 litre süt

  • 7 yemek kaşığı tozşeker

  • 7 yemek kaşığı un

  • 1 yumurta

  • 1 yemek kaşığı tereyağ

Yapılışı:

Önce fırını 180 dereceye getirelim ;-)

Cevizleri iri olacak şekilde çekin veya bıçakla doğrayın.

İncirleri 15 dakika ılık suda bekletip, küçük küçük doğrayın.

Yumurtaları şekerle birlikte beyazlaşıncaya kadar (mikserle 5 dak.) çırpın.

Un, kabartma tozu ve vanilya ekleyip 1 dakika daha çırpın.

İncir ve cevizleri ekleyip karıştırın. Tereyağıyla yağlanmış borcama dökün. (Pişireceğiniz borcam en az 7-8 cm derinlikte olmalı, yoksa üzerinde krema ekleyecek yer kalmaz.)

180 derece ısıtılmış fırında 25 dakika pişirin. (yumurtalı olduğu için çok çabuk kızarıyor, hemen çıkarmayın iyice kızarıp, pişmesini bekleyin)

Çıkarıp ılınmaya bırakın.

Kreması için; süt,yumurta, un ve şekeri çırpın, karıştırarak pişirin. 2 dakika kaynadıktan sonra ocaktan indirip tereyağını ekleyin. Karıştırarak yağı eritin. 10 dakika bekletip, ılınmış olan tatlının üzerine dökün. Soğuduktan sonra dilim dilim keserek servis yapın.


Afiyet olsun!

Ayrıca: Türkiye'de su bardakları 2 dl imiş, burada ise bir su bardağı 2,5 dl. Tarifleri tutturamama sebebinin bundan kaynaklandığını sonradan öğrendim:-)

21 Kasım 2008

Cumartesi neyin sesi?



Elektrikli süpürge sesi! Temizlik yaparken ki halim aynen böyle işte. Kim güle oynaya temizlik yapar ki? Ben en azından birazcık motive olayım diye müzik açarım (sanki sesi duyulacakmış gibi). Başına geçene kadar ayrı dert, bitirene kadar ayrı dert. Temizliğin sonundaki yorgunluksa cabası. Hafta içi zaman olmadığından mecbur Cumartesi günlerine kalıyor (Pazar'ları konu komşu rahatsız edilmez).

Herkese mutlu haftasonları!!!!!!

20 Kasım 2008

Babam ve oğlum tadında




Keyifli, duygusal, Babam ve oğlum tadında fakat çok çok daha farklı bir hikaye...
"Umudunu kaybetme" ya da "The pursuit of Happyness"
Gerçek hikaye olması insanı daha da bir etkiliyor. San Francisco'da satıcılık yapan iki yakası bir araya gelmeyen fakat bir o kadar da zeki olan genç bir babanın hikayesi. Karısı zorlu hayat şartlarına daha fazla katlanamayıp beş yaşındaki oğlunu (Jaden Smith) babasına (Will Smith) emanet edip gidiyor.

Baba oğul kafa kafaya verip hayatın zorluklarına beraber göğüs geriyorlar. Çocuk olayların her ne kadar farkında olamasa da, baba Chris Gardner durumu bir şekilde idare etmeyi başarıyor.

Bu bir başarı hikayesi. Bu bir babanın hikayesi, belki de oğlu olmasa, ona güvenen tek insan kalmasa çevresinde, hiç birşey başaramayacaktı.


Evden atılmalar, trende sabahlamalar ve eğer şansları yaver giderse düşkünler evinde kalmalar. Babanın oğluna herşeyin düzeleceğine dair verdiği sözler.





Chris Gardner bir borsa şirketinde stajyer olarak çalışır. Karşılığında para almadan çalışmak zorundadır. Bir yılın sonunda elde edeceği şey ise eğitimdir ve şirket 20 kişiden en iyi olan bir kişiyi seçecektir.

Filmin en hoşuma giden kısımları ise, baba oğul arasında geçen konuşmalar...

19 Kasım 2008

Vazgeçemediğim kahve kokusu




Bu aralar iyice dozunu kaçırdım. Birileri bana dur desiiiin:-) Tamam, azı karar çoğu zarar biliyorum. Üstelik selülitte yapıyor (!) onu da biliyorum ama kahve kokusuna dayanamıyorum! Sevmeyen varsa beri gelsin. Hem kahve olmasa iş yeri çekilir mi hiç canım? Bütün gün uyuşuk uyuşuk nasıl geçecek? Hem canişkomun hediye ettiği bu bardaktan içmesi de bir başka keyif veriyor söylemesi ayıp.

Cennet elması mısın?



Her türlü saygı ve sevgiye layık gördüğüm bu lezzet harikası, Cennet elması mı? Trabzon elması, hurması mı? Bilemiyorum. İsviçre’deki adı “Kaki”. Esas vatanı Çin ve Japonyaymış ve haliyle "kaki" kelimesi de japonca bir kelimeymiş, bildiğimiz “meyve” anlamına geliyormuş.
Önceden (çocukken) ağzıma bile sürmezdim bu yiyeceği. Bizimkiler iyice yumuşamış olanları kaşıklayarak yerlerdi, sanırım hala o şekilde yiyorlar. İsmi kulağıma pek hoş gelirdi (cennet elması) fakat çok yumuşak olduğu için yemiyordum. Ta ki daha sert olanlarını keşfedinceye kadar. Kabuklarını bir güzel soyarım, elma gibi dilimlerim, ve o gün bugündür seve seve yerim.


Faydalarını araştırayım dedim, baktım saymakla bitmeyecek. Bir çok yerde rastladığım faydaları ise şunlar:

- Enerji kaynağı (içerdiği glukoz’dan dolayı)
- Peklik (kabızlık) giderici
- Karbonhidrat açısından zengin (doyurucu)
- Provitamin A deposu (cildin yenilenmesine yardımcı)
- Mideyi güçlendiriyormuş
- Kabızlığı giderdiği gibi ishale karşı da iyi geliyormuş
- Kolesterolü ve yüksek tansiyonu düşürmeye yardımcı
- İştahsızlık, gastrit, bağırsak iltihapları tedavisinde kullanılabilirmiş
- Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir
- İçerdiği antioksidanlardan dolayı kanserden korumaya yardımcı

Amaaan bildiğimiz meyve işte, hiç faydasız meyve sebze gördünüz mü siz? Her nimet gibi az ve öz tüketildiğinde sağlıklı.

Ayrı bir kategori mi eklesem acaba: Çocukken sevmediğim (neden sevmediğimi hala anlamadığım fakat şimdi ise bayıla bayıla yediğim) yiyecekler gibi...? :-)

Bugün kendimi iyi hissediyorum, siz de iyi hissedin;-)

18 Kasım 2008

Bir kuş kadar hafifim


„En büyük zaman hırsızı kararsızlıktır“ demiş C. Floyd ve çok ta güzel söylemiş.

Kararsızlık en sevmediğim şeydir. Birşey için karar vereceksem, ister doğru, ister yanlış olsun, çabuk karar veririm. Günlerce düşünmek beni çileden çıkarır. Bunalırım, sıkılırım, saçlarıma aklar düşer. En doğru kararları ise kalbim verir.

Bugüne kadar en zor kararları onun sesini dinleyerek verdim ve henüz (!) faka basmadım. Şu anda Londra konusuyla ilgili kararımı vermiş bulunmaktayım. Gitmiyorum. Aslında başından beri olumlu bakıyordum, eşim de kabul etmişti, çünkü gidemezsem üzüleceğimi biliyordu. Ailem de destekliyordu. Şeflere gitmek istediğimi, ilgilendiğimi söylerken hâlâ kararsızdım. İçimi kemiren birşeyler vardı. Gitseydim iki haftaya bir İsviçre’ye gelecektim, bu kesin gibi birşeydi. Tam en büyük şef'e haber gitti, adam Londra'yı hazırlıklara başlamaları için aradı ve ben vazgeçtim, arkadaşlarımın bir çoğuna göre aptallık ettim belki de. Şeflerin gözünden düştüğüm ise kesin. Neyse, ömür boyu şefim olacak değiller ya.

Eşim her ne kadar anlayışlı olursa olsun, BEN istediğim için beni desteklerse desteklesin, beraber yaşayacağımız hayatın, altı ayı da olsa, ondan ayrı kalmayı göze alamadım. Yürekli olduğumu zannedip, bunun da üstesinden gelirim elbet, dedim ve yanıldım. Yürekli olamadım, kendime kızıyorum. Eşlerinden ayrı yaşayarak eğitim görenleri ise takdir ediyorum. Onlara gerçekten gıpta ile bakıyor ve ayakta alkışlamak istiyorum.

Peki pişman olacak mıyım? Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiden pişmanım. Hayatıma bir keşke daha eklenmesinin üzüntüsünü yaşıyorum şu an, sürekli aklıma gelecek ve aklıma geldikçe üzüleceğim. Tek avuntum "neyseki hayat kariyerden ibaret değil" demek olacak.Gitmiyorum ama yüreğimin bir kuş kadar hafif olmasına da seviniyorum. Kararımı verdim ve Aşkımdan ayrılmıyorum. Daha dün gece söylemiştim kendisine “Eğer yeni şeyler öğrenecek, yaşayacaksam bu seninle olmalı” diye. Belki de hayat bize başka fırsatlar sunacak. Belki bu teklifi kabul etmemek yeni bir fırsatın doğmasına sebep olacak, belki hayat bize elinde yeni sürprizlerle gelecek (birlikte değerlendirebileceğimiz), belki, belki, belki... Keşke’leri bir kenara atıp “belki” diye hayal kurmak daha mı güzel!?

Gözümüzü yummayalım


Bir kaç arkadaşın Blog sayfasında bu link'le karşılaştım.
Çocuk istismarı kavramını duyunca bile tüylerim ürperiyor, gözlerim doluyor. Çocuklar ki dünyanın en saf, en temiz varlıkları ve onlara kötü bir dünya sunmaya hakkımız yok.

Çocuklarımızı her türlü pislikten korumak için,

Güzel bir gelecek sağlamak için,

İnsanlardan korkmamaları için,

Adaladetin yerini bulması için lütfen siz de katılın ve sizler de bu linki paylaşın!

Kampanya Anneçocuk

17 Kasım 2008

Karlı dağlar



Geçenlerde sevgili Kıymet kar'ı çok sevdiğini söyleyince içimden bu fotoğrafları paylaşmak geldi. Böyle olduğu zaman ben de çok severim kar'ı. Bu fotoğrafları bu yılın Ocak ayında İsviçre'nin ünlü kayak merkezlerinden Davos'ta çekmiştim.
Herkese mutlu bir hafta geçirmesi dileğiyle - SEVGİLER!!!


13 Kasım 2008

Hayat ve sürprizleri


Günlerdir iş konusunda binbir düşünce içerisindeyim. Şu anda bankalara ve finans sektöründe iş yapan firmalara hizmet veren, oldukça büyük bir şirkette çalışıyorum.

Asıl mesleğimi bankacılık üzerine bankada tamamlamıştım ve daha sonra yeni tecrübeler kazanmak için buraya geldim. Dediğim gibi finans sektöründe çalışıyorum hala fakat yaptığım işin öğrendiğim işle uzaktan yakından alakası yok. En önemlisi de, burada çalışarak elimdeki mesleği hiç bir şekilde geliştirme imkanımın olmaması, var ama bu şekilde çok zor.

Şu anki iş yerimin tek pozitif yanı ise zor zar öğrendiğim ingilizcemi iyi kötü kullanabilmek. Yoksa ingilzcem bilinmezlere karışıp gidecek. Bu ingilizceyi en iyi şekilde geliştirmenin bir yolu daha var bulunduğum departmanda. O da 6 ay Londra'daki şubesinde çalışma olanağı. 6 ay boyunca şirketin kiraladığı bir dairede kalma şansı ve aldığın maaşın da aynı şekilde devam etmesi. Yani evinden maaşından olmadan ingilizce pratik yapma şansı. Bunu ara ara aklımdan geçirmedim değil, fakat eşimi bırakıp gitmeyi göze alamazdım. Çünkü onun işi dolayısıyle gelme şansı yoktu.
Gerçi bir iki hafta önce bu İngiltere'ye gitme konusunu tekrar ayrıntılı bir şekilde konuşmuştuk; gidersem 2 veya 3 haftaya bir gelir giderim ya da o gelir gider diye. Hatta şef'ime bile söyleyecektim artık kararımı vermiştim. Gitmek istiyordum. Elimdeki fırsatı değerlendirmeliyim diye düşünüyordum.
Şefimle görüşmeden önce, bankada çalışan bir arkadaşımla buluşmuştuk. Çalıştığı bankadan ve bankanın sunduğu "öğrenci yetiştirme" stratejisinden bahsetti biraz. Tam da bankayı, banka işlerini özlemeye başladığım, çelişkiler yaşadığım bir an'a denk geldi. Hadi bakalım Zeyno, tekrar bir oturup düşün, dedim.
Hangisi daha önemli, ingilizce mi (orta okuldan beri hayal ettiğim yurtdışı seyehati) yoksa bir an önce elindeki mesleği ilerletmen mi? Tabi ingilizcen iyi seviyedeyse hava da kapılma şansın artıyor.
Gören de tutturmuş bir meslek ilerletmesi gidiyor diyecek biliyorum oysa hayat zor, özellikle bayanlar için. İş hayatından uzak kalmak bana göre değil, bundan bir kaç sene sonra da hala aynı işi bıkkınlıkla yapmak istemiyorum, çünkü çabuk sıkılan bir insanım, yapım böyle ne yazıkki. Bir gün Allah izin verirde anne olurum belki, işimden bir süre ayrı kalır, tekrar iş hayatına atılmak istersem sıfırdan başlamayayım diye. Tamam bunlar gerçekten uzun dönemli planlar ama bazı şeyleri şimdiden düşünmek lazım. Zaman akıp gidiyor, yaş ha bire ilerliyor. Zaten biz bayanlar bir şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmezsek ölürüz sanki. Yapımız böyle napalım dimi?
Neyse, ben bir kaç gün önce son kararımı verip şefimle en nihayetinde görüştüm. Yaptığım işi, dolayısıyle beni pek taktir eder sağolsun. Bende kendisinden oldukça memnunum. Bir dediğimi iki etmez, otoriter bir yapıya sahip değildir. Kendisine işten ayrılmak istediğimi ve bir bankada mesleğimi ilerletmek istediğimi açıkladım. Bana değişik olanaklar sunacağını hatta belki maaşımı bile yükseltme teklifi getireceğini düşünmüştüm, çünkü ben kaybetmek isteyecekleri en son işçilerden biri olduğumu düşünüyorum (bunu bir ben düşünmüyorum tabi diğer çalışan arkadaşlarım da aynı düşünyor). Peki, dedi sadece. Üzüldüğünü fakat yaşım henüz genç sayıldığından önüme taş koymak istemediklerini söyledi.
Bu arada ben henüz kendime uygun bir iş bulmuş değilim. İş aramak için özgeçmişimi bile hazırlamadim daha. Şu anda iş yerinin bana yollaması gerektiği "işimi/beni değerlendiren" bir belge bekliyorum. Ancak onunla iş aramaya koyulabilirim.

Ve bugün ne oldu. Şefim yanıma geldi ve dedi ki, eğer istersen Londra'ya gidebilirsin, henüz kimse gitmek istediğini belirtmedi. Haydaaa ben ona söylemekten vazgeçmişken, bu teklifi bana o öneriyor (biliyordum işten ayrılmamı istemediğini, diye geçirdim içimden). İyi düşün istersen, elinde hazır böyle bir fırsat varken, dedi üstüne üstlük.
Herkesin can atarak yapmak istediği şey Londra'da 6 ay çalışmaktır burada. Ocaktan Haziran sonuna kadar. Bu benim hep yapmak istediği birşeydi, yabancı bir ülkede dil öğrenmek. Fakat evli olunca işler öyle bir değişiyorki. Eşim gitmeme birşey demiyor (her ne kadar kalbi başka şeyler söylese de) aynı durum bende de mevcut tabi.
Olaya şu boyuttan bakarsak: henüz çocuk filan yokken, bütün fırsatları değerlendirebilirim. Böyle bir fırsat tekrar ne zaman çıkar karşıma kimbilir?

Her şeyi başa sararak tekrar düşünmeliyim.

Var mıdır ki böyle birşey? Karı kocanın geçici bir süre ayrı kalması gibi? Tanıdıklarınız oldu mu hiç? Peki ya siz olaya hangi boyuttan bakıyorsunuz?

Şarkılar anlatır




Bazı zamanlar duygularımı tıpkı bu dalgalara benzetirim. Hırçın. Deli dolu. Ele avuca sığmaz. Ne yapacağı belli olmayan. Yenik düşerim çoğu zaman...

Ben bazen hiç ummadığım şarkıları şiirleri niye çok severim ki? Niye onları doyasıya, bıkmadan usanmadan onlarca yüzlerce defa dinlemeyi arzularım? Kimi zaman filmer, hikayeler, bazen bir tablo, ya da basit bir melodi.
Her zaman düşüncelerini, duygularını dile getiremez insan, herkes bunu beceremez, ben de beceremeyenlerdenim. Sustururum dilimi, kaparım gözlerimi, içimden geçen şarkı sözleri:


Tanırım kendimi
Hiddetim taşar benim
Dalga dalga,
Hırçın hırçın
Tokat gibi, vurur sözlerim
Yıpratır bedenini
Bilirim seni
Hüzün etrafı sarmışken
Sessiz kalırsın belli belirsiz
Ben bilirim seni
Acı bir tebessüm
Belli belirsiz bir tebessüm
Hayranım sana
Sabrına
Sakince karşımda durup
Meydan okuyan o tavrına
Varlığına
Korkmuyorum
Ruhumdaki fırtınada boğulmaktan
Karanlıkta yollarımı kaybetmekten
Biliyorum kurtarırsın beni sen
Işığım, deniz fenerim
Işığım, sana aşığım


Bu aralar bu şarkıyı çok seviyorum.

Candan Erçetin, Çapkın albümünün (1997) 4. şarkısı ne güzelde dile getiriyor duygularımı...

12 Kasım 2008

Çanta mı bavul mu?


Sevgili İlkay beni mimlemiş. İlk defa mimlendiğimden midir nedir pek bir heyecan yaptım:-)
Bir çok bayan hemen hemen aynı şeyleri taşıyordur heralde çantasında. Benim çantamdakiler bulunduğum duruma göre değişebiliyor, tatile giderken ayrı, tatildeyken ayrı, alış verişe giderken ayrı... Fakat günlük kullandığıma gelecek olursak içindekileri şu şekilde sıralayayım:
  1. Ayna - hiç makyaj tazelemek için kullanmadım, çünkü pek makyaj yapmıyorum (çok üşeniyorum) Bunu yanımda bulundurma sebebim lenslerim uygunsuz zamanlarda bana yan çizerse aynasız kalmayayım diye

  2. Günde mutlaka 3 ile 5 arası meyve tüketmeye çalışırım. Bunlar sabahları işe giderken yanıma aldığım elma ve mandalinalar. Sırf çanta hafiflesin diye gene yenir:-)

  3. İki parçadan oluşan devasa anahtarlıklarım (eşek ve kaplumbağacık), büyük olma sebeplerine gelirsek: çantada iki saat anahtar aramaktan nefret ediyorum

  4. Hangi akla hizmetse beğenerek aldığım beyaz çerçeveli (numaralı) gözlüğüm. Her zaman yanımda bulundurmam aslında bu aralar gözlerim lenslerden dolayı sık sık iltihaplanmaya başladı, yine acil durum söz konusu
  5. Nihayet küçültmeyi başarabildiğim kahve rengi cüzdanım

  6. Bu pembe küçük çantacık ise makyaj ıvır zıvırı için düşünülmüş olabilir fakat ben daha çok yedek lensler, lens damlası (göz nemlendirici), ara ara kullandığım parlatıcı, bayanların malum günlerindeki malum ihtiyaçları ve ne olur ne olmaz ağrı kesici

  7. Alttaki fotoğrafta ise yine lens solüsyonu, kutusu ve gözümdeki iltihaptan dolayı kullandığım göz damlası (ne bitmez tükenmez lens malzemelerim varmış)

  8. Lastik ve toka

  9. Belki ilginç yada güzel kareler yakalarım diye elimden geldiği kadar yanımda bulundurmaya çalıştığım (ve yakında tarafımdan ihanete uğrayacak olan) fotoğraf makinesi

  10. Ajandam, yanımda olmadığı zaman kendimi çok yalnız hissederim

  11. Tabiki cep telefonu, ajandayı bile yanıma alıp bunu evde unuttuğum zamanlar olmadı değil yani:-) çok tuhafım

  12. Kışın gelmesiyle çatlayan dudaklar kurtarıcısı görevini üstlenen dudak "kremim". Elma aromalı, insanın yiyesi geliyor

  13. Bu da iş yerinde turnikelerden geçmek için lazım olan şey "batch". Bunu unuttuğun an iş yerinde bir sürü laga luga başlıyor


En nefret ettiğim şey çantamın ağır olmasıdır aslında hele hele alışverişlerde böyle bir çantayı kesinlikle taşıyamam. Ayol çantayı mı zaptedicem etrafı mı dolaşıcam dimi? Bu yüzden alışverişlerde işime yarayacak ve en önemli şeyleri (cüzdan, cep telefonu) içine alacak büyüklükte yani daha doğrusu küçüklükte bir çanta aldım.

Bende huzurlarınızda Lal arkadaşımı mimlemek istiyorum...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...