15 Aralık 2011

kişisel tecrübelerim

Dikkat... bu bir gezi yazısı değildir, aklımda kalanlar ile kadrajıma takılanların yansımasıdır sadece. Masalsı bir küba yazısı bekleyen varsa eğer, şimdiden özür diliyorum. İlk etapta başıma gelenler ve zayıf hafızama destek olması için yazdığım bir post olacak.

Karibiğin incisi olarak adlanrılılan bu adaya tatil öncesi yaşadığım tüm sıkıntılardan sıyrılma umudu ile çıktık yola. Ne kadar olumlu düşünce varsa aldım yanıma öyle gittim. Olumlu düşüncenin faydasını çok gördüm, gerçekten ihtiyacım olacağını bilmiyordum aslında:

Umduğumuzdan çok daha uzun sürecekti yolculuk. Hazırlıktır, şu bu derken bir kaç saatlik uykunun ardından sabah 7 de çıktık evden, Zürih'ten Frankfurt'a, Frankfurt'ta 4 saatlik bir bekleyişten sonra Varadero'ya uçacaktık. 4 saat neydi ki, çabucak geçerdi derken bir 4 saat daha eklendi aktarmalı uçuşumuza... ona da eyvallah... sağ salim varalım da 4 saat geç oluversin ne olur ki dedik. Frankfurt havalimanı büyükmüş diye duyduk, gezer, oturur, insanları izler, bir şeyler yeriz derken geçerdi vakit. Tam bir restorana girmiş ne yiyeceğimize karar vermeye çalışırken birden polisler sardı etrafımızı. Neler oluyor yaw bile diyemeden polislerden biri "bomba ihbarı var, hemen burayı boşaltın" diye emir verdi, kalp atışım hızlandı birden, zannediyorum ki topuklarımızı kıçımıza vura vura uzaklaşacağız, sokaklara atacağız kendimizi... yanıma kalın ceket de almamıştım, karibiğe gidiyorduk ya, havaalanından çıkmayacaktık ya nasılsa! Gerçekten de çıkmak zorunda kalmadık havaalanından, insanlarda da bir sakinlik, kimsede bir panik yok, etrafta koşturan yok, ben millet çığlık çığlığa kendini sokağa atacak diye bekliyorum, soğuk kanlı olunur da bu kadar mı olunur? 

Acaba tatbikat mı diye düşünmedim değil, neyse, sadece restoranın etrafını kapattılar, yaklaşık bir saat sonra açıldı yine restoran, durum tam olarak neydi anlamadık, daha sonra girdik, yemeğimizi seçtik, yedik, oturduk biraz daha. (Frankfurtta gördüklerimizden ayrı bir hikaye çıkar ya!!)


Neyse, uçuş saati geldi. Almanların espri anlaşıyına hayranım, uçağa binmek üzereyken, bekleme salonunda gecikme hakkında bilgi ve özür anonsu yapıldı, üstüne: bu kadar gecikmeye rağmen gelmeniz sevindirici, dedi, sanki 4 saat bekledik diye eve dönecekmişiz gibi. Pilot abi zaman kaybını telafi etmek adına bastı gaza :) yaklaşık 8,5 saatte Varadero'ya vardık. Saat gece 12'ye geliyordu.

En sinir olduğum şey, bavul beklemektir, toplam iki ufak bavulumuz vardı... uzun süre bekledik, bavulun biri bulundu geldi, sonra baktık herkes bekliyor, bekliyor, bekliyor, 2. bavulumuz bir türlü gelmiyor, herkes kalan son bavulunu bekliyor, bizler o günün son yolcularıyız ve inen tek uçak bizim uçağımız... saat 12'yi geçiyor ve bir anda bütün insanlar bavullarına kavuşup toz duman oluyorlar, bir biz kalıyoruz. Bavulun diğeri gelmedi. Görevlilere durumu bildirirken yine dakikalar geçiyor aradan, sisteme bir şeyler kaydediliyor, otele transfer var mı ondan da emin değiliz ayrıca... bavulu geçtim otele nasıl varacağız diye düşünmeye başlıyorum.


Bir adam beliriyor biz derdimizi görevlilere anlatırken, Lazaro'ymuş, ayarladığımız gezi şirketinin rehberi, transfer otobüsü bizi bekliyormuş. Yani transfer varmış. Baktılar sisteme, bavuluz kalmış Frankfurt'ta. Meğer orada bu tür şeyler çok oluyormuş, büyük havaalanı olduğu için onu öğrendik daha sonra. Bir dahaki uçak 3 gün sonra gelecekmiş. O kadar yorgundum ki, bir an önce otele gidip yatmak istiyordum. Hiç bavulu falan düşünecek halim yok. Hayatımın tecrübelerinden bir tanesine geliyor sıra sıkı durun: 2 bavulunuz varsa, kiminle giderseniz gidin eşyalarınızı karışık koyun. Ben ve eşim alele acele, o kendi eşyalarını kendi bavuluna, ben kendi eşyalarımı, tuvalet malzemelerime kadar kendi bavuluma koydum. Uçağa binerken elimizde eşya taşımaktan nefret ettiğimiz için, sadece el çantam ve fotoğraf makinesi var yanımda.

Eşim dualar etmiş otele varana kadar, bari kalan bavul benimki olsa diye. Ben sürekli pozitif düşünerek "aman kalan benim bavulum da olsa moralimi bozmak istemiyorum, nasılsa 3 gün sonra gelecekmiş" diye geçiriyorum içimden.


Eh yazıyı buraya kadar okuyup tahmin yürütenler olduysa, evet, kalan benim bavulumdu. Sadece 3 gün değil, normal şartlarda iki gün üst üste aynı kıyafeti giymeyen ben, toplam 5 gün üzerimdekilerle idare etmek zorunda kalacağımdan habersiz yattım uyudum, çok da kafaya takmadım yani. Gerçi dünyanın herhangi bir yeri değil, kübaydı gittiğimiz yer, ambargosu olan, bildiğimiz ne kadar marka ürün varsa, sınırından geçmeyen ülkedeyiz! Seçeneklerin çok çok sınırlı olduğu bir ülke. Otel dediğim büyük bir otel olmasına rağmen bir tane dükkanı vardı. Nasıl olsa şunun şurasında 3 gün bekleyecektik, Allah'tan uçak soğuk olur diye kat kat giyinmiştim, içime atlet tarzında tişört, üstüne normal tişört, onun üstüne ince hırka, ince hırkanın üstüne kısa kot ceketim. Bu yüzden çok büyük bir alış verişe gerek yok diyerekten, hala motivasyonumu bozmayarak, 2 dünya bir araya gelse giymeyeceğim bir bikini aldım giydim (tek bir çeşit vardı), bir adet şort bir çift terlik aldım, bunlara otelde toplam 60 Euro verdim bir de! Eşimin erkeklere özel spor sonrası kullandığı şampuanı kullanıp, afedersiniz aynı iç çamaşırıyla idare edip, deodoransız, yüz kremsiz, saç kremsiz, güneş kremsiz,  (otelden aldık bir güneş kremi ama işte... ne idiği belirsiz üstelik çok pahalıydı) Saçları keçeye dönüşmeye başlayan survivor adayı zeynep olarak geçirdim koca günleri. En azından diş fırçaları ve macun eşimin bavulundaymış.

Daha sonra düşündüm, ne kadar çok gereksiz eşyalar sürüklediğimizi peşimizden, ne derece eşya düşkünü, marka bağımlısı, nasıl bir tüketim çılgınlığı içinde yaşadığımızı. Bu tüketim çılgınlığı bilmediğimiz bir şey değil ama bizzat yaşayıp, tecrübe edip görmek bambaşka birşeydi. Bavulum ayrıca dendiği gün gelmedi. İşte o saniyeden itibaren ben aklımı kaçırdım. Kesin kayboldu bavulum dedim, gelmemesine değil daha çok söz verip yerine getirilmemesine uyuz oldum, beni oyalıyorlar dedim, sabrım taştı, hayatım boyunca bir araya toplasam etmeyeceğim kadar küfür ettim...


Hayır, gelmeyen özel eyşalarım yüzünden değildi sinirim gerçekten. Onlar o anda hangi şekilde olursa olsun telafi edilebilecek şeylerdi. Değerli elbiselerim, ayakkabılarım, parfümlerim, makyaj malzemelerim yoktu, bir şampuan, bir tarak ne kadar değerli olabilir ki allah aşkına? Benim tek sinir olduğum şey, yeni aldığımız fotoğraf makinasının şarj aletinin de o bavulda bulunmasıydı!!! evet sadece bu... ben böyle bir aptallığı nasıl yapabilirdim? Makina yanında madem, şarj aletinin bavulda ne işi vardı dimi!! Kendi aptallığıma kızarak adama salladığım küfürlerin haddi hesabı yoktu, şu an utanıyorum kendimden... Dediği gün gelmedi bavul ve adam ortalıkta yoktu, evini bile aramayı denedim otelden, ulaşamadım. Ertesi sabah haddini bizzat bildirecektim ona. Kesin bavulum kayıptı ve beni oyalıyordu, bana niye söz veriyordu? Ben nereden bulacaktım şarj aletini?


Ertesi sabah geldi Lazaro, karşıdan sen bi yanıma gelsene diye parmağımla işaret ettim... nerede benim bavul, yok gelmedi, olmayan şey için niye söz veriyorsun sen bakim, dedim. Nasıl olur sistemde görünüyordu, gelmiş olması lazım dedi, dün telefon açtığım yerdeki adam bugün Frankfurttan uçak geldi ama bir emanet yok dedi diye anlattım... - Baktınız mı resepsyona diye sordu, elbette bakmıştık, yoktu, gidin tekrar bakın, bavul odası var, oraya girin bakın, eğer yoksa icabına bakarız diyordu.

Tam resepsyona doğru yürüyordum ki, o da ne, resepsonun arkasında duvara dayalı, turuncu bantlı, siyah bir bavul! Benim bavulum! Yıllardır görmediğim bir akrabamı görsem bu kadar sevinir miydim acaba!? Ölecektim sevinçten! Tam o sırada gelmiş, yani akşam değil ertesi sabah getirmiş bavulumu kalp sağlığına düşkün, rahat kübalılar.

Önemli olan şarj aletiydi gerçekten de! Hiç birşey kaybolmamış, bavul açılmamştı. Mutluydum, tatil tam anlamıyla başlamıştı artık. Dilediğim gibi fotoğraf çekebilecek, makinanın ayarlarını rahat rahat kurcalayabilecektim!!!


Bunlar kübayla ilgisi olmayan, kişisel tecrübelerimdi:

Bilmediğim uzak diyarlara giderken, yanıma yedek eşyalarımın bulunduğu bir çanta alacağım.

Fotoğraf makinamın çantasını, aman yük olur, onu mu taşıyacağım demeden, makina ve tüm parçalarıyla birlikte yanımdan bir saniye bile ayırmayacağım (tecrübesiz fotoğraf makinası kullanıcısıyım vesselam).

Eşimle eşyalarımızı karışık olarak koyacağım bavullara.

Gereğinden fazla eşya götürmeye hiç mi hiç gerek yokmuş zaten.

Aşırı titizlik insanı mutsuz ediyor.

Her zamanki şampuanımı ve saç kremimi kullanmayınca ölmüyor muşum. Bir saç lastiği yeterliymiş.

Deodorant deniz kenarında gereksizmiş gerçekten.





Ülke ve insanları hakkındaki yazılarım da gelecek

;)





10 Aralık 2011

döndüm ben küba'lardan :)


Neyi nerden başlayıp nasıl anlatsam bilemiyorum ki...

Küba'daydık 12 gün. Bol maceralı, şaşırmalı, eğlenceli, gezmeli, tanışmalı geçti.
Hayatımın dersini öğreneceğimi bilmeden gittiğim bir ülke,
Silkinip kendime gelmemi sağlayan bir ülke,
Hayatıma yeni bir bakış açısı daha kazandıran bir yaşamı barındıran bir ülke olarak anılarımda kalacak Küba.

Şimdi ben anlatmaya nereden başlayıp hangi fotoğrafı ne zaman nasıl paylaşacağımı bilmeden sadece buradayım demek için uğradım hemen.

Aradan aceleyle seçtiğim bir kaç Havanna fotoğrafını ekleyip kaçıyorum.





Görüşmek üzere :)

22 Kasım 2011

canım'a yaptığım hediye


Acrilik boya ile kısıtlı zaman içersinde yaptığım nostaljik kız kulesi.
Gökyüzünde ve denizde gümüş boya, kırmızılıkların üzerinde altın rengi var, fotoğrafta canlısı kadar iyi gözükmüyor.

İlk defa böyle bir çalışma çıktı elimden, ebatları yaklaşık 50 x 70, keşke daha büyük olsaydı, diye düşündüm sonradan. Biricik kız kardeşim için doğum günü hediyesi olarak dün teslim ettim heyecanla, hediye almaktan çok vermesi mutlu ediyor beni, sırf gözlerdeki o parıltıyı görebilmek için :)

Son zamanlarda yaptığım resimlerin en güzeli en anlamlısı buydu. Diğerlerini de ilerleyen günlerde paylaşmayı düşünüyorum.

Acrilik boya ile çalışması zormuş, renkleri tutturmak kolay olmuyor, hiç de okulda öğrendiğimiz gibi sarı ve maviden yeşil, mavi ve kırmızıdan mor çıkmıyor ortaya. Bu konuda biraz eğitim almam lazım, sanırım tatil sonrası ufukta bir kurs görünüyor yine. Geçen kursta yağlı boyayı denemiştim, bu sefer acrile yoğunlaşmayı düşüyorum. Böyle işte.



21 Kasım 2011

örgü atkılar

Şu anda, tam şu an ve bu soğukta yapabilmeyi en çok dilediğim şey örgü örebilmek... Tığla zincir çekmekten başka bişey bilmiyorum malesef. Keşke öğretebilecek birileri olsaydı yakınımda... Ne güzeller:












Fotoğraflar: Google, Dawanda, Etsy



18 Kasım 2011

karışık - kitap - çorba - hazırlık

Çok karışık şeyler olabiliyor bazen hayatta, insana nasıl davranması gerektiğini şaşırtan şeyler. Hangi davranışın doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayırt edemediğin zaman dili. Sancılı. Sıkıntılı. Çaresiz. Kalp ağrılı. Bol dualı. Ama çok zor. Kimsenin yaşamasını dilemediğim zaman dilimi. 

Oyalanabileceğim yığınla şeyim var. En son okuduğum bir kitap vardı, kısa evlilik hikayelerinden oluşan, ara ara çıkarıp okuduğum. Bitti o kitap. Keşke içinde daha çok hikaye olsaydı diye düşündüm. Sonra da eşimin baş ucuna koydum kitabı. O da okusun diye. Bahsettiğim Sema Maraşlı'nın Eşimin eşi yok kitabı. Arkasında yazdığı cümle her şeyi açıklıyor: yangının hikayesini değil, yangına sebep olan kıvılcımın hikayesini yazdım, gülün hikayesini değil, gülü yeşerten suyun hikayesini yazdım diye. Minik minik hikayelerden, minik minik detaylardan, kocaman mutluluklar elde edilebilmesi için ip uçları var. Farkında olunmayan şeyler genelde.
Kitabın ilk sayfalardan itibaren tüm yapraklarının bir bir dökülmesi dışında (yayın evi hatası mı desem ne desem) içeriğini çok beğendim. 



Bu aralar bol bol çorba yapıyorum, kısıtlı zamanıma rağmen hep kendim yapmaya çalışıyorum. Zaten bir çok şeyi hazır tüketiyoruz, bari çorbalar ev yapımı olsun. Elime ne geçerse, hangi malzeme varsa evde onlarla yapıyorum bişeyler, mercimek çorbası favorim, sebzeli. Bol bol C vitamini gerektiren bu soğuk günlerde biberi eksik etmiyorum çorbalardan. Eğer bir gün evde birileri biberden nefret ederse bu tamamen benim suçum olacaktır. Büyük küçük demeden bu çorbadan içeceksin diye peşinden koşuyorum herkesin, tek derdim, kimse hastalanmasın, mideye sıcak şeyler girsin.

Kısa süreliğine tatile gidicez. Uzaklara. En son 4 sene önce gitmişiz uzağa. Bakalım bu defa bizi neler bekliyor. Heyecanlıyım biraz. Bir aksilik çıkar mı diye de tedirgin. Evden çıkmadan önce yine yapılması gerekenlerle meşgul kafam. Allah bana güç kuvvet versin :)




14 Kasım 2011

umut

her zaman umut vardır
kırıntı kadar da olsa
yitirilmemesi gereken


10 Kasım 2011

özlenen



Nur içinde yat Ata'm.



9 Kasım 2011

kış kapıda


Daha geçen hafta böyleydi tüm ağaçlar, altın sarısı, rüya gibi, benim gözümde mükemmel, şimdiyse yapraklar iyice kuruyup dökülmeye başladı. Kış daha yeni yeni "hellooo! I'm coming" demeye başladı =)

Bakalım ilk kar ne zaman düşecek? Aklıma çocukluğum geldi birden, her sabah kar yağmış mı diye uyanır uyanmaz önce cama yapışırdım kar yağmış mı diye, yağmışsa mutluluktan çıldırırdım, şimdi de bakıyorum uyanır uyanmaz camdan dışarı, ama bu sefer eyvah trafik iğrenç olacak diye üzülüyorum kar yağmışsa eğer... Yoksa hâlâ çok mutlu olurum kar görünce, üzerinde yürümek, zıplamak, yuvarlanmak isterim her zaman =)

Bir sürü fotoğraf çektim geçen günlerde ama hiç birini paylaşamadım henüz. İstemeden de olsa yoğun geçiyor günler ve bir kaç gündür uyku sorunum var, uyuyamıyorum bir türlü. Uykusuzluğun verdiği yorgunlukla daha da bitkin düşüyorum, kısır döngü içindeyim. Bakalım belki bugün erken sızarım...


7 Kasım 2011

bu köşe relax köşesi =)


Evimde minik bir huzur köşesi oluşturdum... aldığım hediyeler birbiriyle öyle uyumluydu ki, bir araya getirince çok güzel durdu, çok sevdim. Eşim dostum beni iyi tanımış, tam RELAX takılmayı seven ben için en doğru seçimleri yapmışlar. Arkada daha önce kardeşimden aldığım minik bir kaktüs var. Fil ise aslında bir mum, onu da yıllar önce beğenip almıştım. Minik çeşme ve bambuslar ortamı iyice güzelleştirdiler.

Mutlu olmak istediğim anlarda gözlerim güzellikler arar, güzel şeyler görmek ister. Bana huzur verecek şeyler ararım. Bu fotoğraftakiler de, beni mutlu eden minik şeylerin bir araya gelmesiydi, adını da Huzur köşesi koydum.

İnsanın biraz da kendi elinde sanki huzuru arayıp bulmak. Dış dünyaya kulaklarını kapayıp, kendi dünyana yolculuk yapmak, yüzünde tebessüm oluşturacak işlerle uğraşmak. Bazen sadece kendin için, bazen de sevdiğin insanlar için birşeyler hazırlamak.

Her yaşımda yeni birşey öğreniyorum sanki, bu yaşımda da öğrendim birşeyler. Hamur yoğurmayı, poğaça yapmayı mesela =P şaka bir yana, hayatın insan yanını, sevmenin saymanın değerini, önemini yeniden ve yeniden öğrendim... "offf ben nelerle uğraşıyorum yine" derken, farkında olmadan güzel şeylerle uğraştığımı öğrendim. Yıllardır çabam hayata güzel tarafından bakmak, bunu yeniden keşfetmenin kalbi nasıl ısıttığını öğrendim. Söyleyecek çok sözüm var, ama şu an o enerjiyi bulamıyorum kendimde. En nihayetinde sonrasında pişman olmayacağım şeyler yaptığıma inandığım için

Huzurluyum.

Sizinde huzurunuz, yüzünüzden gülücüklerin eksik olmadığı nice Bayramlarınız olsun.

Sağlıkla!

1 Kasım 2011

halloween ben sonbahar

O kadar dedim, tembihledim, yapmayın dedim, etmeyin dedim, sakın ola masamı süsleyip püslemeye kalkışmayın, ben sevmem öyle şeyler dedim de kime ne dedim, dinletemedim... Dün işe başladığımda çalışma masamın hali tam olarak buydu, cadılar bayramının etkisiyle de dekorasyona bolca kabak, örümcek ağı, parmak kurabiyeler hakimdi :) Bu süslemelerin nedeni ise de Pazar günü doğum günüm olmasıydı, Cumartesi ailece toplandık dağ evinde maksat bir arada olmaktı aslında doğum günü falan değil, ama yine de doğum günü havasında oldu, Pazar günümü sevdiceğimle geçirdim, Pazartesi de iş yerinde arkadaşlarla kutlamış oldum. Yani istemeden 3 gün doğum günü kutladım, bir de istesem 3 hafta kutlayacakmışım heralde...

Facebook'dan kaldırmıştım doğum günümü kimse kutlasın istemedim, kutlayacak olanlar hatırladı zaten. Tam da tahmin ettiğim kişiler hatırladı, öylesi daha çok mutlu etti beni! Çocukluk arkadaşlarım. Candır çocukluk arkadaşı, güzeldir, ne kadar mesafe girse de kopulmaz bazılarıyla, en özel olanlarıyla.

Güzel bir son bahar günüydü 30 Ekim... Sevdim ben 30 Ekim'i.

Bunlar da dün cep telefonuma kaydettiklerim:


detaylar:



İş arkadaşlarımdan aldığım doğum günü "pastam" artık her neyse... karşıma geçip sessiz sessiz "happy birthday" diye türkü çığırdılar bir de, çok matraklar ya :) Bizim bölümde gelenek haline geldi bu.

Bu da sevdiğim bir son bahar fotoğrafı olarak anılara kaydedildi...


28 Ekim 2011

en şirin blog - childs own studio

Bugün gazetede gördüm, kendimi toparlamam için güzel bir şeyler görmem gerekiyordu. Bunları gördüm. Nasıl güzel bir fikir, nasıl güzel bir beceri bu dedim. Wendy T. ismindeki Kanadalı bayan çocukların yaptığı resimlere göre birebir oyuncaklar üretiyor! Hiç bir detayı atlamadan hem de!



İşte değerli minik ellerin hayal gücüyle ortaya çıkan sanat eserleri. Bayıldım ben bunlara.































24 Ekim 2011

ekim

bu sene sevdirmedin kendini be ekim...
ne diyeyim ki
sözüm yok

19 Ekim 2011

18 Ekim 2011

Zumba!!!


Yaklaşık bir senedir buralara da Zumba çılgınlığı yayılmış durumda. Benim gittiğim spor salonunda geçen Mart'tan beri var. Ben ilk başlarda çok kalabalık olmasından dolayı, insanlar bi heveslerini alsınlar da sonra bırakırlar nasılsa, azaldıktan sonra denerim diyordum.

Derken benim 6 aylık üyeliğim bitti Zumba'ya falan da gidemedim. Uzuuun zamandır ağrıyan belim yüzünden mecburen fitness'e başladım yine, tam olarak geçen hafta, sırt kaslarımı güçlendirmem gerekiyormuş. Aynı zamanda Zumba'yı deneme, dolayısıyla başlama fırsatı yakalamış oldum. Yok canııım, zumbacılarda bir azalma falan yok, salon hala tıklım tıkış ama kimin umrunda?
Deneyelim bakalım neyin nesiymiş derken, henüz iki defa gitmiş olmama rağmen, hastası oldum resmen. İlk gün o kadar eğlendim ki kahkaha atmaktan doğru düzgün eşlik edemedim bile. Bir tarafta dans etme çabalarım, diğer tarafta yerim dar =P adımları tam kavrayamasam bile sürekli bir hareket, hoplama, zıplama durumları mevcut. Hızlı müzikler eşliğinde bolca salsa hareketleri, kıvrak beller, eller havada hop hop hop... ne kadar stress gerginlik ve toxin varsa bir saat içinde tümünden kurtuldum.

Arkadaşlara anlattım, ay pek eğlenceli, şöyle güzel böyle iyi, diye... kimi adımları sürekli karıştırdığından, kimisi ay ben utanırım'dan ya bırakmış ya da başlamamış. Ben de karıştırıyorum adımları önemli olan hareket etmek, hem up uzun kollarımla çok komik görünüyorum ama kimsenin kimseye bakıp aaa ne biçim oynuyo diye güldüğü yok, gerçi ben hem başkalarına hem kendime bakıp bakıp gülmekten adımları kaçırıyorum bazen ama neyse, sonuçta herkes kendi halinde ve zevk almaya bakıyor...

Yakınlarınızda varsa, fırsatını bulup bir deneyin bence... ben yarını iple çekiyorum =)

Let's go!!!!

> Danza Kuduroooo & Zumba :) yüksek sesli ve bol göbek atmacalı dinleyin pls. =)






14 Ekim 2011

isviçreli arkadaşın evinde türk kahvesi pişerse ne olur?





espresso fincanı ve başka küçük fincan bulunmadığı için shot bardaklarında servis edilir =)

Baştan anlatayım en iyisi, geçtiğimiz aylarda sevdiğim bir iş arkadaşım yeni eve taşındı ve geçen Cumartesi iş arkadaşlarını, yani bizi evine yemeğe davet etti.

Eve çağıran arkadaşımın türk kahvesini sevdiğini biliyordum ona göre  hazırlıklı gittim ama 6 kişilik küçük fincanı olmadığını bilmiyordum, bilsem kahveyle beraber fincanları da götürürdüm. Bana göre çok komik bir görüntüydü =) Ah ah yokluk, yeni fikirlere ufuk açıyor =P İmkansız diye birşey de yoktur =)

Sürekli türk kahvesinin çok sert ve acı bir kahve olduğundan bahseder durur çoğu arkadaşım. Onlara hep bunun doğru olmadığnı anlatmak zorunda kalırım. Espresso daha acı derdim ki bence öyle.

Başka bir türk, bizi evine davet eden arkadaşa daha önce kahve pişirmiş ve o gün bugündür sayıklıyor. Dedim sana geldiğim zaman hem yapar hem de öğretirim nasıl yapıldığını. Dışarda içilen türk kahveleri gerçekten güzel olmuyor, ben henüz iyisine rastlamadım. Hele ki İstanbulda, iyi bir türk kahvesi yapan bir yer görmedim. Hep acı hep acıydı. Bunu kastediyorlarsa haklıydılar ama bir de ev yapımı içsinler de o zaman göreyim dedim =)

Neyse en sonunda bu fırsatı yakalayarak ve sözümü de tutarak onlara yemek sonrası birer türk kahvesi pişirdim. Nasıl piştiğini görünce şok geçirdiler, bendeki şok ise evde espresso fincanı bile olmamasıydı :) Kahvenin üzerindeki köpükleri yavaşça alıp fincanlara dağıtmam onlar için bir ritüeldi sanki. İlgilerini çekti baya bense shot bardaklarında duran kahvelere gülüyordum. Neyse efendim sonuç olarak türk kahvemizi 5 İsviçreliye nasıl pişildiğini öğretmiş olup, sevdirdim aynı zamanda, sağda solda aman türk kahvesi çok acı, içilmez ön yargısından da vazgeçirdim =) Bravo bana.

Akşamın geri kalanında cocktail kursuna gitmiş olan dıiğer arkadaş bize adını unuttuğum birer cocktail yaptı.

Kocaman vazonun içindeki kocaman güzel ay çiçekleri ise bizim ev hediyemizdi. Vazo biraz büyük gelse de harika durdular.








Çok eğlenceli, bol kahkahalı hoş bir akşam geçirmiş olduk.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...