26 Kasım 2008

İnna Panasenko





Yemek masamızın bulunduğu duvara güzel bir tablo arıyorum uzun zamandır. Cumartesi günü bir mobilya mağazasına uğradık. Tabi ben hemen tabloların bulunduğu bölüme geçtim. Harika tablolar vardı. Gönül uyumlu uyumsuz ne varsa almak istedi. Aklımdan geçirdiğim diğer şey ise "bunların fiyatı böyleyse orjinalleri kim bilir ne kadardır" dı:-) Baktım baktım baktım, şöyle içime sinen birşey bulamadım yinede. Tablolar güzeldi fakat benim için bir anlam ifade etmiyorlardı. Karar verememe sebebim buydu sanırım.
Daha sonra aklıma şöyle bir fikir geldi: Ben en iyisi kendi eserimiz olan güzel bir fotoğrafı büyütüp asayım (mesela güzel bir İstanbul panoraması fena olmaz). Hem daha anlamlı olur bizim için. İki yıldır düğün fotoğrafımıza bakmaktan gına geldi yahu. Her bakışımda bir kusur buluyorum:-)

Konuyu fazla saptırmadan ben İnna Panasenko'ya geçeyim. Mağazada tablolara bakarken bu resimlere rastladım. Bir beğendim ki sormayın gitsin. Artık ayakkabıları mı beğendim, çizimini mi bilemiyorum.

İnna Panasenko daha çok etkileyici boğa çizimleriyle ünlü Kafkasya'da doğmuş rus bir ressam. Şu anda Almanya'da yaşıyor ve resimleri de Almanya'nın çeşitli şehirlerinde (Berlin, Düsseldorf, Frankfurt, Hamburg, Münih, Hannover vs.) sergileniyor. Boğa resimlerinin bir kısmını internette gördüm ve gerçekten hayran kaldım, diğer resimlerine de.

Bir gün güzel, geniş bir antresi olan evim olursa duvarlarını bu ayakkabı tablolarıyla süslemek isterim. Aklımın bir köşesinde bulunsun:-)








25 Kasım 2008

Sony'e Canon'la ihanet



Daha önce de bir yazımda anlatmıştım fotoğraf çekme kursuna başlayacağım diye. Geçen Salı başladım ve bugün dahil olmak üzere daha 5 defa 3 saatlik kurs var. Bu kurs "yolun başında olanlar" kursu. Bir sürü detay, hepsini kafamda nasıl tutacağım bilemiyorum ama inşallah işime yarar diye düşünmeden edemiyorum.

Hani bir yere giderseniz, etkileyici bir manzara ile karşı karşıya kalırsınız, bunu anılarınıza dahil etmek için fotoğrafını çekersiniz ve ortaya bambaşka bir kare çıkar. Yani fotoğraf aynı büyüyü yansıtmaz. Bu durum beni çileden çıkarırdı. Bunu özellikle İstanbul fotoğraflarında farkettim. Bir türlü istediğim gibi olmuyordu fotoğraflar ve aynı manzaranın bin tane karesi alınırdı, istenilen sonuç elde edilene kadar. Cahillik işte dicem ama bütün suç fotoğraf makinesinde! Şimdi Sony'ciğimin pabucu tarafımdan dama atılmış durumda ve ben Canon'umu Ocak ayında inşallah tekrar İstanbul'da testten geçiricem (tabi kendimi de) ama bu defa da hava durumu yan çizebilir. Suç yine bende olmayabilir. Hadi bakalım hayırlısı.

Üstteki kuğu fotoğrafı şu anda pencereden dışarı baktığımda mevsime uygun görünmüyor ama daha geçen hafta Lugano'da çektim. Hava muhteşemdi. Avrupa'nın en uzun tünellerinden biri olan (hatta en uzunu muydu?) Gotthard tünelinden (17 km) bir geçiyorsun, sanki başka bir dünyaya gelmiş gibi oluyorsun. İnanılmaz bir duygu bu!!! Neyse bu ayrı konu.

Yeni makinamın modeli Canon EOS 450D

24 Kasım 2008

İncirli Tatlı


Cumartesi temizliğini atlattık, keyifli bir Pazar günü geçirdik, Pazartesi'yi de arkamızda bıraktık ve güzel bir tatlıyı hakettik:-)

İnternette bir çok incirli tatlı tarifine rastladım ve hepsinin birbirinden farklı olduğunu da görmüş oldum. Ölçüleri de tutturamayınca benimkisi diğerlerinden hep farklı sonuçlar verdi. Nihayet bir kaç denemeden sonra ben de kendi ağzıma layık ölçülerimi tutturdum ve bir daha unutmamak üzere buraya aktarıyorum:

Tarif ise severek takip ettiğim Yeşilkivi 'ye ait ve nihayet onun incirli tatlısına yakın bir sonuç elde etmenin mutluluğunu yaşıyorum:-)

Malzemeler:

Kek için
  • 2 yumurta

  • 1 su bardağı tozşeker

  • 1 su bardağı un

  • 10 tane kuru incir

  • 1 su bardağı ceviziçi (1 paketi 200 gram hemen hemen 1 su bargağı yapıyor)

  • Yarım paket kabartma tozu

  • 1 paket vanilya

  • 1 çay kaşığı tereyağ (borcamı yağlamak için)

Kreması için

  • 1 litre süt

  • 7 yemek kaşığı tozşeker

  • 7 yemek kaşığı un

  • 1 yumurta

  • 1 yemek kaşığı tereyağ

Yapılışı:

Önce fırını 180 dereceye getirelim ;-)

Cevizleri iri olacak şekilde çekin veya bıçakla doğrayın.

İncirleri 15 dakika ılık suda bekletip, küçük küçük doğrayın.

Yumurtaları şekerle birlikte beyazlaşıncaya kadar (mikserle 5 dak.) çırpın.

Un, kabartma tozu ve vanilya ekleyip 1 dakika daha çırpın.

İncir ve cevizleri ekleyip karıştırın. Tereyağıyla yağlanmış borcama dökün. (Pişireceğiniz borcam en az 7-8 cm derinlikte olmalı, yoksa üzerinde krema ekleyecek yer kalmaz.)

180 derece ısıtılmış fırında 25 dakika pişirin. (yumurtalı olduğu için çok çabuk kızarıyor, hemen çıkarmayın iyice kızarıp, pişmesini bekleyin)

Çıkarıp ılınmaya bırakın.

Kreması için; süt,yumurta, un ve şekeri çırpın, karıştırarak pişirin. 2 dakika kaynadıktan sonra ocaktan indirip tereyağını ekleyin. Karıştırarak yağı eritin. 10 dakika bekletip, ılınmış olan tatlının üzerine dökün. Soğuduktan sonra dilim dilim keserek servis yapın.


Afiyet olsun!

Ayrıca: Türkiye'de su bardakları 2 dl imiş, burada ise bir su bardağı 2,5 dl. Tarifleri tutturamama sebebinin bundan kaynaklandığını sonradan öğrendim:-)

21 Kasım 2008

Cumartesi neyin sesi?



Elektrikli süpürge sesi! Temizlik yaparken ki halim aynen böyle işte. Kim güle oynaya temizlik yapar ki? Ben en azından birazcık motive olayım diye müzik açarım (sanki sesi duyulacakmış gibi). Başına geçene kadar ayrı dert, bitirene kadar ayrı dert. Temizliğin sonundaki yorgunluksa cabası. Hafta içi zaman olmadığından mecbur Cumartesi günlerine kalıyor (Pazar'ları konu komşu rahatsız edilmez).

Herkese mutlu haftasonları!!!!!!

20 Kasım 2008

Babam ve oğlum tadında




Keyifli, duygusal, Babam ve oğlum tadında fakat çok çok daha farklı bir hikaye...
"Umudunu kaybetme" ya da "The pursuit of Happyness"
Gerçek hikaye olması insanı daha da bir etkiliyor. San Francisco'da satıcılık yapan iki yakası bir araya gelmeyen fakat bir o kadar da zeki olan genç bir babanın hikayesi. Karısı zorlu hayat şartlarına daha fazla katlanamayıp beş yaşındaki oğlunu (Jaden Smith) babasına (Will Smith) emanet edip gidiyor.

Baba oğul kafa kafaya verip hayatın zorluklarına beraber göğüs geriyorlar. Çocuk olayların her ne kadar farkında olamasa da, baba Chris Gardner durumu bir şekilde idare etmeyi başarıyor.

Bu bir başarı hikayesi. Bu bir babanın hikayesi, belki de oğlu olmasa, ona güvenen tek insan kalmasa çevresinde, hiç birşey başaramayacaktı.


Evden atılmalar, trende sabahlamalar ve eğer şansları yaver giderse düşkünler evinde kalmalar. Babanın oğluna herşeyin düzeleceğine dair verdiği sözler.





Chris Gardner bir borsa şirketinde stajyer olarak çalışır. Karşılığında para almadan çalışmak zorundadır. Bir yılın sonunda elde edeceği şey ise eğitimdir ve şirket 20 kişiden en iyi olan bir kişiyi seçecektir.

Filmin en hoşuma giden kısımları ise, baba oğul arasında geçen konuşmalar...

19 Kasım 2008

Vazgeçemediğim kahve kokusu




Bu aralar iyice dozunu kaçırdım. Birileri bana dur desiiiin:-) Tamam, azı karar çoğu zarar biliyorum. Üstelik selülitte yapıyor (!) onu da biliyorum ama kahve kokusuna dayanamıyorum! Sevmeyen varsa beri gelsin. Hem kahve olmasa iş yeri çekilir mi hiç canım? Bütün gün uyuşuk uyuşuk nasıl geçecek? Hem canişkomun hediye ettiği bu bardaktan içmesi de bir başka keyif veriyor söylemesi ayıp.

Cennet elması mısın?



Her türlü saygı ve sevgiye layık gördüğüm bu lezzet harikası, Cennet elması mı? Trabzon elması, hurması mı? Bilemiyorum. İsviçre’deki adı “Kaki”. Esas vatanı Çin ve Japonyaymış ve haliyle "kaki" kelimesi de japonca bir kelimeymiş, bildiğimiz “meyve” anlamına geliyormuş.
Önceden (çocukken) ağzıma bile sürmezdim bu yiyeceği. Bizimkiler iyice yumuşamış olanları kaşıklayarak yerlerdi, sanırım hala o şekilde yiyorlar. İsmi kulağıma pek hoş gelirdi (cennet elması) fakat çok yumuşak olduğu için yemiyordum. Ta ki daha sert olanlarını keşfedinceye kadar. Kabuklarını bir güzel soyarım, elma gibi dilimlerim, ve o gün bugündür seve seve yerim.


Faydalarını araştırayım dedim, baktım saymakla bitmeyecek. Bir çok yerde rastladığım faydaları ise şunlar:

- Enerji kaynağı (içerdiği glukoz’dan dolayı)
- Peklik (kabızlık) giderici
- Karbonhidrat açısından zengin (doyurucu)
- Provitamin A deposu (cildin yenilenmesine yardımcı)
- Mideyi güçlendiriyormuş
- Kabızlığı giderdiği gibi ishale karşı da iyi geliyormuş
- Kolesterolü ve yüksek tansiyonu düşürmeye yardımcı
- İştahsızlık, gastrit, bağırsak iltihapları tedavisinde kullanılabilirmiş
- Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir
- İçerdiği antioksidanlardan dolayı kanserden korumaya yardımcı

Amaaan bildiğimiz meyve işte, hiç faydasız meyve sebze gördünüz mü siz? Her nimet gibi az ve öz tüketildiğinde sağlıklı.

Ayrı bir kategori mi eklesem acaba: Çocukken sevmediğim (neden sevmediğimi hala anlamadığım fakat şimdi ise bayıla bayıla yediğim) yiyecekler gibi...? :-)

Bugün kendimi iyi hissediyorum, siz de iyi hissedin;-)

18 Kasım 2008

Bir kuş kadar hafifim


„En büyük zaman hırsızı kararsızlıktır“ demiş C. Floyd ve çok ta güzel söylemiş.

Kararsızlık en sevmediğim şeydir. Birşey için karar vereceksem, ister doğru, ister yanlış olsun, çabuk karar veririm. Günlerce düşünmek beni çileden çıkarır. Bunalırım, sıkılırım, saçlarıma aklar düşer. En doğru kararları ise kalbim verir.

Bugüne kadar en zor kararları onun sesini dinleyerek verdim ve henüz (!) faka basmadım. Şu anda Londra konusuyla ilgili kararımı vermiş bulunmaktayım. Gitmiyorum. Aslında başından beri olumlu bakıyordum, eşim de kabul etmişti, çünkü gidemezsem üzüleceğimi biliyordu. Ailem de destekliyordu. Şeflere gitmek istediğimi, ilgilendiğimi söylerken hâlâ kararsızdım. İçimi kemiren birşeyler vardı. Gitseydim iki haftaya bir İsviçre’ye gelecektim, bu kesin gibi birşeydi. Tam en büyük şef'e haber gitti, adam Londra'yı hazırlıklara başlamaları için aradı ve ben vazgeçtim, arkadaşlarımın bir çoğuna göre aptallık ettim belki de. Şeflerin gözünden düştüğüm ise kesin. Neyse, ömür boyu şefim olacak değiller ya.

Eşim her ne kadar anlayışlı olursa olsun, BEN istediğim için beni desteklerse desteklesin, beraber yaşayacağımız hayatın, altı ayı da olsa, ondan ayrı kalmayı göze alamadım. Yürekli olduğumu zannedip, bunun da üstesinden gelirim elbet, dedim ve yanıldım. Yürekli olamadım, kendime kızıyorum. Eşlerinden ayrı yaşayarak eğitim görenleri ise takdir ediyorum. Onlara gerçekten gıpta ile bakıyor ve ayakta alkışlamak istiyorum.

Peki pişman olacak mıyım? Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiden pişmanım. Hayatıma bir keşke daha eklenmesinin üzüntüsünü yaşıyorum şu an, sürekli aklıma gelecek ve aklıma geldikçe üzüleceğim. Tek avuntum "neyseki hayat kariyerden ibaret değil" demek olacak.Gitmiyorum ama yüreğimin bir kuş kadar hafif olmasına da seviniyorum. Kararımı verdim ve Aşkımdan ayrılmıyorum. Daha dün gece söylemiştim kendisine “Eğer yeni şeyler öğrenecek, yaşayacaksam bu seninle olmalı” diye. Belki de hayat bize başka fırsatlar sunacak. Belki bu teklifi kabul etmemek yeni bir fırsatın doğmasına sebep olacak, belki hayat bize elinde yeni sürprizlerle gelecek (birlikte değerlendirebileceğimiz), belki, belki, belki... Keşke’leri bir kenara atıp “belki” diye hayal kurmak daha mı güzel!?

Gözümüzü yummayalım


Bir kaç arkadaşın Blog sayfasında bu link'le karşılaştım.
Çocuk istismarı kavramını duyunca bile tüylerim ürperiyor, gözlerim doluyor. Çocuklar ki dünyanın en saf, en temiz varlıkları ve onlara kötü bir dünya sunmaya hakkımız yok.

Çocuklarımızı her türlü pislikten korumak için,

Güzel bir gelecek sağlamak için,

İnsanlardan korkmamaları için,

Adaladetin yerini bulması için lütfen siz de katılın ve sizler de bu linki paylaşın!

Kampanya Anneçocuk

17 Kasım 2008

Karlı dağlar



Geçenlerde sevgili Kıymet kar'ı çok sevdiğini söyleyince içimden bu fotoğrafları paylaşmak geldi. Böyle olduğu zaman ben de çok severim kar'ı. Bu fotoğrafları bu yılın Ocak ayında İsviçre'nin ünlü kayak merkezlerinden Davos'ta çekmiştim.
Herkese mutlu bir hafta geçirmesi dileğiyle - SEVGİLER!!!


13 Kasım 2008

Hayat ve sürprizleri


Günlerdir iş konusunda binbir düşünce içerisindeyim. Şu anda bankalara ve finans sektöründe iş yapan firmalara hizmet veren, oldukça büyük bir şirkette çalışıyorum.

Asıl mesleğimi bankacılık üzerine bankada tamamlamıştım ve daha sonra yeni tecrübeler kazanmak için buraya geldim. Dediğim gibi finans sektöründe çalışıyorum hala fakat yaptığım işin öğrendiğim işle uzaktan yakından alakası yok. En önemlisi de, burada çalışarak elimdeki mesleği hiç bir şekilde geliştirme imkanımın olmaması, var ama bu şekilde çok zor.

Şu anki iş yerimin tek pozitif yanı ise zor zar öğrendiğim ingilizcemi iyi kötü kullanabilmek. Yoksa ingilzcem bilinmezlere karışıp gidecek. Bu ingilizceyi en iyi şekilde geliştirmenin bir yolu daha var bulunduğum departmanda. O da 6 ay Londra'daki şubesinde çalışma olanağı. 6 ay boyunca şirketin kiraladığı bir dairede kalma şansı ve aldığın maaşın da aynı şekilde devam etmesi. Yani evinden maaşından olmadan ingilizce pratik yapma şansı. Bunu ara ara aklımdan geçirmedim değil, fakat eşimi bırakıp gitmeyi göze alamazdım. Çünkü onun işi dolayısıyle gelme şansı yoktu.
Gerçi bir iki hafta önce bu İngiltere'ye gitme konusunu tekrar ayrıntılı bir şekilde konuşmuştuk; gidersem 2 veya 3 haftaya bir gelir giderim ya da o gelir gider diye. Hatta şef'ime bile söyleyecektim artık kararımı vermiştim. Gitmek istiyordum. Elimdeki fırsatı değerlendirmeliyim diye düşünüyordum.
Şefimle görüşmeden önce, bankada çalışan bir arkadaşımla buluşmuştuk. Çalıştığı bankadan ve bankanın sunduğu "öğrenci yetiştirme" stratejisinden bahsetti biraz. Tam da bankayı, banka işlerini özlemeye başladığım, çelişkiler yaşadığım bir an'a denk geldi. Hadi bakalım Zeyno, tekrar bir oturup düşün, dedim.
Hangisi daha önemli, ingilizce mi (orta okuldan beri hayal ettiğim yurtdışı seyehati) yoksa bir an önce elindeki mesleği ilerletmen mi? Tabi ingilizcen iyi seviyedeyse hava da kapılma şansın artıyor.
Gören de tutturmuş bir meslek ilerletmesi gidiyor diyecek biliyorum oysa hayat zor, özellikle bayanlar için. İş hayatından uzak kalmak bana göre değil, bundan bir kaç sene sonra da hala aynı işi bıkkınlıkla yapmak istemiyorum, çünkü çabuk sıkılan bir insanım, yapım böyle ne yazıkki. Bir gün Allah izin verirde anne olurum belki, işimden bir süre ayrı kalır, tekrar iş hayatına atılmak istersem sıfırdan başlamayayım diye. Tamam bunlar gerçekten uzun dönemli planlar ama bazı şeyleri şimdiden düşünmek lazım. Zaman akıp gidiyor, yaş ha bire ilerliyor. Zaten biz bayanlar bir şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmezsek ölürüz sanki. Yapımız böyle napalım dimi?
Neyse, ben bir kaç gün önce son kararımı verip şefimle en nihayetinde görüştüm. Yaptığım işi, dolayısıyle beni pek taktir eder sağolsun. Bende kendisinden oldukça memnunum. Bir dediğimi iki etmez, otoriter bir yapıya sahip değildir. Kendisine işten ayrılmak istediğimi ve bir bankada mesleğimi ilerletmek istediğimi açıkladım. Bana değişik olanaklar sunacağını hatta belki maaşımı bile yükseltme teklifi getireceğini düşünmüştüm, çünkü ben kaybetmek isteyecekleri en son işçilerden biri olduğumu düşünüyorum (bunu bir ben düşünmüyorum tabi diğer çalışan arkadaşlarım da aynı düşünyor). Peki, dedi sadece. Üzüldüğünü fakat yaşım henüz genç sayıldığından önüme taş koymak istemediklerini söyledi.
Bu arada ben henüz kendime uygun bir iş bulmuş değilim. İş aramak için özgeçmişimi bile hazırlamadim daha. Şu anda iş yerinin bana yollaması gerektiği "işimi/beni değerlendiren" bir belge bekliyorum. Ancak onunla iş aramaya koyulabilirim.

Ve bugün ne oldu. Şefim yanıma geldi ve dedi ki, eğer istersen Londra'ya gidebilirsin, henüz kimse gitmek istediğini belirtmedi. Haydaaa ben ona söylemekten vazgeçmişken, bu teklifi bana o öneriyor (biliyordum işten ayrılmamı istemediğini, diye geçirdim içimden). İyi düşün istersen, elinde hazır böyle bir fırsat varken, dedi üstüne üstlük.
Herkesin can atarak yapmak istediği şey Londra'da 6 ay çalışmaktır burada. Ocaktan Haziran sonuna kadar. Bu benim hep yapmak istediği birşeydi, yabancı bir ülkede dil öğrenmek. Fakat evli olunca işler öyle bir değişiyorki. Eşim gitmeme birşey demiyor (her ne kadar kalbi başka şeyler söylese de) aynı durum bende de mevcut tabi.
Olaya şu boyuttan bakarsak: henüz çocuk filan yokken, bütün fırsatları değerlendirebilirim. Böyle bir fırsat tekrar ne zaman çıkar karşıma kimbilir?

Her şeyi başa sararak tekrar düşünmeliyim.

Var mıdır ki böyle birşey? Karı kocanın geçici bir süre ayrı kalması gibi? Tanıdıklarınız oldu mu hiç? Peki ya siz olaya hangi boyuttan bakıyorsunuz?

Şarkılar anlatır




Bazı zamanlar duygularımı tıpkı bu dalgalara benzetirim. Hırçın. Deli dolu. Ele avuca sığmaz. Ne yapacağı belli olmayan. Yenik düşerim çoğu zaman...

Ben bazen hiç ummadığım şarkıları şiirleri niye çok severim ki? Niye onları doyasıya, bıkmadan usanmadan onlarca yüzlerce defa dinlemeyi arzularım? Kimi zaman filmer, hikayeler, bazen bir tablo, ya da basit bir melodi.
Her zaman düşüncelerini, duygularını dile getiremez insan, herkes bunu beceremez, ben de beceremeyenlerdenim. Sustururum dilimi, kaparım gözlerimi, içimden geçen şarkı sözleri:


Tanırım kendimi
Hiddetim taşar benim
Dalga dalga,
Hırçın hırçın
Tokat gibi, vurur sözlerim
Yıpratır bedenini
Bilirim seni
Hüzün etrafı sarmışken
Sessiz kalırsın belli belirsiz
Ben bilirim seni
Acı bir tebessüm
Belli belirsiz bir tebessüm
Hayranım sana
Sabrına
Sakince karşımda durup
Meydan okuyan o tavrına
Varlığına
Korkmuyorum
Ruhumdaki fırtınada boğulmaktan
Karanlıkta yollarımı kaybetmekten
Biliyorum kurtarırsın beni sen
Işığım, deniz fenerim
Işığım, sana aşığım


Bu aralar bu şarkıyı çok seviyorum.

Candan Erçetin, Çapkın albümünün (1997) 4. şarkısı ne güzelde dile getiriyor duygularımı...

12 Kasım 2008

Çanta mı bavul mu?


Sevgili İlkay beni mimlemiş. İlk defa mimlendiğimden midir nedir pek bir heyecan yaptım:-)
Bir çok bayan hemen hemen aynı şeyleri taşıyordur heralde çantasında. Benim çantamdakiler bulunduğum duruma göre değişebiliyor, tatile giderken ayrı, tatildeyken ayrı, alış verişe giderken ayrı... Fakat günlük kullandığıma gelecek olursak içindekileri şu şekilde sıralayayım:
  1. Ayna - hiç makyaj tazelemek için kullanmadım, çünkü pek makyaj yapmıyorum (çok üşeniyorum) Bunu yanımda bulundurma sebebim lenslerim uygunsuz zamanlarda bana yan çizerse aynasız kalmayayım diye

  2. Günde mutlaka 3 ile 5 arası meyve tüketmeye çalışırım. Bunlar sabahları işe giderken yanıma aldığım elma ve mandalinalar. Sırf çanta hafiflesin diye gene yenir:-)

  3. İki parçadan oluşan devasa anahtarlıklarım (eşek ve kaplumbağacık), büyük olma sebeplerine gelirsek: çantada iki saat anahtar aramaktan nefret ediyorum

  4. Hangi akla hizmetse beğenerek aldığım beyaz çerçeveli (numaralı) gözlüğüm. Her zaman yanımda bulundurmam aslında bu aralar gözlerim lenslerden dolayı sık sık iltihaplanmaya başladı, yine acil durum söz konusu
  5. Nihayet küçültmeyi başarabildiğim kahve rengi cüzdanım

  6. Bu pembe küçük çantacık ise makyaj ıvır zıvırı için düşünülmüş olabilir fakat ben daha çok yedek lensler, lens damlası (göz nemlendirici), ara ara kullandığım parlatıcı, bayanların malum günlerindeki malum ihtiyaçları ve ne olur ne olmaz ağrı kesici

  7. Alttaki fotoğrafta ise yine lens solüsyonu, kutusu ve gözümdeki iltihaptan dolayı kullandığım göz damlası (ne bitmez tükenmez lens malzemelerim varmış)

  8. Lastik ve toka

  9. Belki ilginç yada güzel kareler yakalarım diye elimden geldiği kadar yanımda bulundurmaya çalıştığım (ve yakında tarafımdan ihanete uğrayacak olan) fotoğraf makinesi

  10. Ajandam, yanımda olmadığı zaman kendimi çok yalnız hissederim

  11. Tabiki cep telefonu, ajandayı bile yanıma alıp bunu evde unuttuğum zamanlar olmadı değil yani:-) çok tuhafım

  12. Kışın gelmesiyle çatlayan dudaklar kurtarıcısı görevini üstlenen dudak "kremim". Elma aromalı, insanın yiyesi geliyor

  13. Bu da iş yerinde turnikelerden geçmek için lazım olan şey "batch". Bunu unuttuğun an iş yerinde bir sürü laga luga başlıyor


En nefret ettiğim şey çantamın ağır olmasıdır aslında hele hele alışverişlerde böyle bir çantayı kesinlikle taşıyamam. Ayol çantayı mı zaptedicem etrafı mı dolaşıcam dimi? Bu yüzden alışverişlerde işime yarayacak ve en önemli şeyleri (cüzdan, cep telefonu) içine alacak büyüklükte yani daha doğrusu küçüklükte bir çanta aldım.

Bende huzurlarınızda Lal arkadaşımı mimlemek istiyorum...

11 Kasım 2008

Dermalogica Günlük Peeling




Zamanında okul stresi, sınav stresi feci şekilde cildime yansımıştı, son çareyi cilt doktoruna gitmekte bulmuştum. Bir sürü ürün denemektense en iyisi doktora gitmekti. Cildim yavaş yavaş düzeliyordu. Kadının yaptığı tek şey yüzümü yarım saat buhara tutmaktı, gözeneklerin açılması için. Daha sonra sivilceleri, siyah noktaları taktiksel bir yöntem kullanarak sıkıyordu. Ne var bunda canım, evde de yapardım ben bunu diye düşünüyordum. Sivilce sıkma işlemi de bittikten sonra "lenf drenaj" masajı yapıyordu. Yüzüme ve boyun kısmıma. Buda kan dolaşımını hızlandırmak içindi ve en sevdiğim bölümdü.

Cildim düzelmeye başladığında bunun kalıcı olması için ve aynı zamanda geriye kalan sivilce izlerini yok etmek için arkadaşım beni bu mucizevi ürünle tanıştırmıştı. Kendisi Dermalogica kozmetik salonunda çalışıyordu ve kursuna da gitmişti. Yani bilinçli olarak öneriyordu bu ürünleri bana. Fakat ben bu Peeling'in her cilt için uygun oldugunu düşünüyorum. Özellikle yağlı ciltler için birebir diyebilirim.
Normalde peelingler haftada bir kez kullanılır ve fazlası cildi kurutur, yıpratır. Bu öyle değil işte. Bunu her sabah makyaj öncesi kullanabilirsiniz. Resimde görüldüğü üzere toz halindedir ve sadece yarım çay kaşığını biraz suyla karıştıp yüzünüzü temizleyebilirsiniz (ben elimi yüzümü ıslatıp avucuma göz kararı toz döküyorum, avuçlarımı biraz ovaladıktan sonra kremimsi bir hal alıyor zaten ve bu şekilde yüzümü temizliyorum).
Kullandığım başka dermalogica ürünleri de var. Onlar hakkında da biraz bilgi verebilirim. En mükemmel sonuca ulaşmak için bir dermalogica uzmanına danışmak gerekiyor yinede, en azından cilt analizi yaptırıp doğru ürünü seçmek için.

Bu peelingi kullananların yorumlarını okumak için tıklayınız

10 Kasım 2008

Dinlenmek

Fazla felsefeye gerek yok, hayat zordur... herkese zor işte. Çalışanlara ayrı, çalışmayanlara ayrı. Kısaca sorumluluk sahibiyse bir insan, taşıması gerektiği bir yük vardır mutlaka.
Ben şimdi taşımakta zorlanmaya başladığım yükümü bir kenara bırakıp, biraz dinlenmeyi deneyeceğim, (dikkat! dinleneceğim diyemiyorum ne yazıkki).

Hayatımın Relax tuşuna basmayı arzuluyorum:

- kendime bol çikolatalı kek yapacağım (diyetse diyet aaa)
- kendime en sevdiğim çiçekleri alacağım
- kendime bir türk kahvesi yapıp falıma bakacağım (ve inanmayacağım)
- temiz havayı içime çekeceğim (en kolayı bu gibi ama değil malesef)
- mum ışığında, bol köpüklü banyoya gömüleceğim (tansiyonum düşene kadar)
- saçıma update gerek (o da kendinden geçik)
- uzun zamandır yapmak istediğim birşeyi yapacağım (bu sefer kararım kesin)
- aerobic derslerine devam edeceğim (bu nefsime bir emirdir aslında)

Mola vermeyi öğrenmem lazım! Enerjim bitti bitecek...

Yerin dolmayacak...

"Beni görmek demek
benim yüzümü görmek
demek değildir.
Benim düşüncelerimi,
benim fikirlerimi
anlıyorsanız
bu kafidir."

K. Atatürk

7 Kasım 2008

Artık türkçe karakterli

Bloguma bugünden itibaren türkçe alfabemizin güzel harfleriyle yazıcam, yazmaya çalışıcam. Çok zor oluyor emek istiyor vallahi, ama başarıcam! Geç bile kaldım aslında, niye daha önce aklıma gelmediyse. Üşendim heralde. İsviçre'de doğmuş büyümüş, eğitimini almış, yaşayan biri olarak, anadilimi elimden geldiği kadar düzgün kullanma çabalarındayım, aynı çabayı blogum için de göstermek istiyorum. En azından türkçe karakterlerle yazabilirim dimi? Buna alışmam inşallah uzun sürmez. Yıllarca yer değiştirmeden duran harflerin yerleri değişiverdi. On parmak sistemiyle tıkır tıkır yazarken klavyeyle ilk kez tanışmış gibi oldum. Türkçe harfleri minik kağıt parçalarına yazarak iş yerimdeki klavyeme yapıştırdım:

Z'nin yerine Y geldi
Y'nin yerine Z geldi
İ'nin yerine I geldi
Ü => Ğ
! => Ü
Ö => Ş
, => Ö
. => Ç
- => .
Ctrl + Alt + Q => @

ve bir kaç tuş daha...

Birşeyi 5 dakikada yazıyorduysam, şimdi 15 dakikada yazıyorum. Ama olsun, ı'nın, ş'nin, ğ'nin gelmesi çok iyi oldu. Hani mesela sıkıldım kelimesini yazmak çok utanç verici oluyordu benim için. O kelimeyi sık kullanmamak için çok uğraştım:-)))

Neyse kısa keseyim: güzel TÜRKÇEM hoŞgeldin!!!!

(kategori kısmındaki harfleri de değiştirmeliyim)

5 Kasım 2008

North & South



Kisin çogumuz için film zamani demektir. Disarida hava buz keserken en güzeli evde kalmak, sicak içeceklerimizi hazirlayip koltuga gömülmek olur.
Bir kaç hafta önce Askim bu dvd'yi kiralamis. Bu da ne böyle, ne oyuncular tanidik, ne hikaye, dedim. Izleyenler olumlu yorumlarda bulunmus, bakalim bizim yorumumuz ne olacak diyerek izledik filmi.
Hikayesi Elizabeth Glaskell'in 1855 yilinda yazdigi North & South romanindan alinan bu film 2004'te BBC tarafindan çekilmis. Yilin sonlarina dogru BBC One kanalinda dört bölümden olusan televizyon filmi olarak yayinlanmis. Toplam 3 buçuk neredeyse 4 saat falan sürüyor. Üç buçuk saat duygu yüklü zaman dilimi. Konu 1850 li yillarda geçiyor. Margaret (esas kiz - Daniela Denby-Ashe) ingilterenin güneyinde ailesiyle birlikte küçük bir kasabada yasayan genç kiz. Babasi kasabada papazlik yapar ve kasaba halkinin dini inançlari çelismeye baslayinca kuzeye, endüstri'nin devrim yasadigi Milton sehrine ailesini de yanina alip özel ögretmenlik yapmaya gider. Margaret sehir hayatinin korkunç sahnelerine sahit olur. Fabrikatörler ve isçiler arasindaki uçurumlar onu derinden sarsar ve köyden gelmesine ragmen açik yürekli davranip kisa süre içerisinde çevre edinmeyi, güzel dostluklar kurmayi basarir. Ayni zamanda karizmatik fabrikatör John Thornton (esas oglan - Richard Armitage) ve isçilerin arasinda ilginç bir köprü olusturur. Isçiler isyan dolu, açlik sinirinda yasam savasi verirken, fabrikatörler bütçeyi nasil kurtarabileceklerinin derdindedirler. Hüzün, sevinç, ask, aile sevgisi, insan sevgisi ve siki dostluklar konusuyor bu filmde. Öyle sulu ask filmlerinden degil bu. Yürege fena halde dokunuyor, derin izler birakiyor. Türkiye'de varmi bilmiyorum ama arastirip bulmaya deger bir film. Belki de kitapi vardir, ben okumadim ama bulursam kitabini da okumayi istiyorum.

Keyifli bir kitap

Su günlerde kitap okumaya pek vakit ayiramiyorum malesef. En azindan daha önce okudugum kitaplardan birine degineyim dedim. Kitabin arkasindan bir alinti:


"Hadi bakalim Aysegül Hanim, hayirli olsun. Cok istiyordun bosanmayi, al bosaniyorsun iste. Simdi ne yapmayi düsünüyorsun peki? Bütün evleri bedava, isyerlerini kucak acmis kocaman maaslarla seni mi bekliyor saniyordun? Nafaka almak zorundasin çocugunla yasamak istiyorsan. Deniz'in düzeni bozulmamali..."


Arzu Cur'un bu kitabini ben çok sevdim. Kadinlarin iç dünyalarini, sikintilarini yalin bir dille anlatmis. Olaylara espiritüel yaklasimiyla okuyucuya keyifli anlar sunuyor.

Evliyken kendini sadece evine, kocasina ve ogluna adayan Aysegül'ün bosandiktan sonraki hayatina geçis süreci anlatiliyor. Hele içinden konustugu bölümler var ki beni benden almistir. Her bayanin az da olsa kendinden birseyler bulabilecegini düsünüyorum bu kisa kadin hikayesinde.

Bayanlarin akillarindan ara ara neler geçtigine az da olsa isik tutuyor Arzu Cur. Yani sözüm ona kadinlari anlamanin ebedi bir sir oldugunu düsünen beylere tavsiye edebilirim. Bayanlari biraz olsun anlama çabasinda bulunmak istiyorlarsa hani.

Biraz eglenmek, silkelenmek istiyenler varsa güzel bir alternatif diyebilirim. En üzüldügüm sey ise hemen bitmesiydi (182 sayfa).

4 Kasım 2008

Carlo Pignatelli beni hayran etti

Bu adamin zarif çizgisine hayranim. Bunlar 2009 gece kiyafeti koleksyonundan seçmeler. Gelinliklerini bilemicem ama eger cillop gibi bir damatlik istiyorsaniz Carlo Pignatelli derim, baska da birsey demem. Buyrun gerisini resimler anlatsin.













Resimler Carlo Pignatelli Web sitesine ait

3 Kasım 2008

Bu renklere hastayim

En sevdigim renkler lila, pembe, mor, eflatun... Dior bu kis bana hitap ediyor! Ne geregi vardi canim bunca zahmete;-) Siyah modanin zaten vazgeçilmezi ve dördüncü resimdeki kahve tonu da pek bir trend bu aralar. Bak bak kudur!! Bu kadar güzel olunmazki canim aaa!!!!








Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...